6 Şubat 2008 Çarşamba

Aykırı Bir Yazı (Melekler)


Aşağıdaki yazı melekler kelimesinin Down Sendromu kelimesi yerine ikinci bir etiket gibi kullanılmasını ve bu kelimeye kategorize edici nitelik atanmasını eleştiren bir yazıdır, rahatsız olacağınızı düşünüyorsanız okumayın.

Ama eğer okuyacaksanız şunları söylemek isterim: Yazıda ilk paragrafta melekler kelimesinin kendisinin önemli olmadığını, bunun yerine kuzular da kullanılsa aynı şeyin olacağını söyledim. Bunun ne sizin çocuğunuza taktığınız isimle ilgisi var ne de onu nasıl sevdiğinizle. Ben de oğlumu bazen meleğim diye severim, çokça da paşam diye. Aynı şekilde kullanmaya da devam edeceğim. Tekrar ediyorum, melek kelimesinin özel bir değeri yok burada, sadece ilave "bir" sınıflandırma kelimesi yaratıyor olmamızın yaratacağı tehlikelerden bahsediyorum (dolayısıyla dini referanslarla da bir ilgisi yok). Benim derdim "bir" kelimenin referans kelime haline dönüşmesiyle. Bu kelimenin a,b veya c olması hiç önemli değil. Bu yazı doğrudan sizin çocuğunuzla olan ilişkinizle de ilgili değil, sizinle de ilgili değil. Lütfen kendi çocuğunuzu ve evlat-ebeveyn ilişkinizi düşünmeyin, biraz duygusal boyutunun dışında bakmaya çalışın. DS'lu melekler yerine otistik kuzucuklar kelimelerini koyarak okumayı deneyebilirsiniz, belki bu durumda biraz daha dışarıdan görmek mümkün olabilir. Özelliklehenüz çocukları bebek olan anne babalar, belki çocuğunuz sizin kontrolünüz ve korumanız dışında toplum hayatına katılmaya başladıktan sonraki 10-12 yılınızı, çocuğunuzu önyargılardan korumaya çalıştıktan ve daha çocuğun yüzünü bile görmeden sırf Down sendromlu tanısından yola çıkarak onu sınıflandıran, ne yapıp ne yapamayacağı, nasıl bir insan olması gerektiği hakkında kesin fikir sahibi olan insanlarla mücadele ile geçirdikten sonra benim etiketlerden neden bu kadar rahatsız olduğumu daha iyi anlayacağınızı düşünüyorum. Elimden gelse DS etiketini de kaldırmak için mücadele ederdim ama ne yazık ki mümkün değil. Oğlumun 14 yıllık hayatında ona en fazla zarar veren şey neydi derseniz inanın bana DS'nun onda yarattığı sorunlar değil, diğer insanların bir DS'lu çocuğun nasıl olması gerektiği hakkındaki önceden edinilmiş fikirleri ve önyargıları oldu.
*****************************************************


Aykırı Bir Yazı (Melekler)

Son birkaç yıldır, herhalde kendimizi rahatlatma ihtiyacından da kaynaklanan bir duygusallıkla, Down Sendrom'lu çocuklar melekler diye isimlendiriliyor ve bu Türkiye'de neredeyse Down sendromu'nun takma adı gibi oldu. Ve ben bundan çok ama çok rahatsız oluyorum. Herkesin çocuğu melektir hatta tüm çocuklar melektir, yanlış anlamayın, benim derdim melek kelimesiyle değil, bunun yerine Kuzularımız da kullanılsaydı aynı şey olacaktı. Benim derdim Melek tanımlamasının çocuğun önüne geçmesi ve onları başka bir tür önyargı perdesinin altında bırakacağıyla. Zaten Down sendromlu tanımlamasının ağırlığı altında eziliyorlar, kendi kişisel özellikleri kaale dahi alınmadan bu kelimenin yarattığı önceden edinilmiş ve çoğu kez köhne fikirlerle değerlendirilip, etiketlenip, kategorize ediliyorlar, bir de buna ikincil bir etiketi bizler yapıştırarak acaba bir hata yapıyor olabilir miyiz?

Bunun çıkış noktasını oluşturan duygusallık hepimizde var ve çocuğumuz kaç yaşına gelirse gelsin hiç geçmiyor aslında. Sadece kontrol etmeyi ve onunla yaşamayı öğreniyoruz. Ama sanırım benim söylemeye çalıştığım şey, çocuklarımızı melek pırıltısının altına gizlerken aslında onları karakter sahibi birer birey olma hakkını da ellerinden alıyormuşuz gibi geliyor bana. Tıpkı "Tüm Downlular hep mutludur." deyişi gibi. Ama biz biliyoruz ki bu gerçek değil, aralarında pek çoğu depresyon geçirir, yas tutar, dibine kadar aşk acısı yaşar.Öyle ya bir melek kadar güzel, temiz, içten, iyi huylu, masum ve saflar. İki-üç yaşındaki bir çocuğu melek olarak tanımlamak kolay, zaten bebekliğinin getirdiği bir masumluk hali var. Ama biraz büyüdükten sonra iyisiyle kötüsüyle bir karakter geliştirecekler. Bir gün Melek gidecek ve çocuk kalacak…etiketi yapışık şekilde. Tüm bir DS'lu insanlar grubunu bu hep pozitif ve durağan özelliklerin altına hapsetmek, onların hırçınlık yapma, aşık olma, cinsel istek duyma, mastürbasyon yapma, sevmediği birisine soğuk davranma, ergenlik bunalımları yaşama, kendisine kötü davranan başka bir çocuktan nefret etme, belki onunla kavga etme, sinirli hatta nalet bir insan olma.... kısaca insanlığın tüm hallerini yaşama haklarını yok etmek gibi geliyor bana. Üstelik biz hep bir melekle yaşayacağımızı düşünürken gerçek çocukla karşılaştığımızda vereceğimiz tepkilerin, çocuklarımız üzerinde haksız bir yük oluşturacağını düşünüyorum. Anne-babaların, şaşkınlıkla benim meleğim nereye gitti diye bakarken ellerinin altındaki küçük insanı gözden kaçırmasından korkuyorum. Her zaman iyi huylu, her zaman masum, her zaman saf ve temiz olmak zorunda olmanın dayanılmaz ağırlığının çok zor bir yük olduğunu düşünüyorum.

Ve en önemlisi çocuğuma hiç bir yafta yapıştırılmasını istemiyorum. Benim çocuğuma da, her insana tanınan, farklı olma ve bu dünyada biricik olma hakkının tanınmasını istiyorum. Onun etiketlenip, önceden edinilmiş önyargılarla değerlendirilmesini istemiyorum. Bu önyargılar nasıl negatif olduklarında onun hayatını sınırlayacaklarsa, fazla pozitif olduklarında da sınırlayacaklar, onun birey olma hakkını elinden alacaklar. Yaftaların tümüne karşıyım.

Belki bir kelimede ne var diye düşünebilirsiniz, ama kelimeler belirler pek çok şeyi. Kelimeler, tanımladıkları şeye kendi ağırlıklarının çok üstünde anlam yükler. Kelimeler çok önemlidir çünkü sizin düşünce şeklinizi etkiler. Mesela bu nedenledir ki 'gerizekalı' kelimesi bir hakarettir ama 'zeka geriliği' kelimesi bilimsel ve nötr bir tını taşır, aslında ikisi de aynı şeyi anlatır. Ve mesela gene bu nedenledir ki 'DS bir hastalık değildir, bir durumdur, bir oluş halidir' diye bağırıyoruz var gücümüzle. Çünkü bir "durum"u hastalık olarak kabul ettiğiniz anda, o "hastalığı" yok etmeye uğraşırsınız (bu durumda Down Sendromunu, yani Down Sendromlu bebekleri). Halbuki bir "durum"u, "durum" olarak kabul edip, bunun sebep olduğu hastalıklarla mücadele etmeye başlarsanız, bebekleri değil, bebeklerin yaşadığı sorunları yok etmeye başlarsınız; örneğin tiroid bozukluğunu veya göz bozukluğunu. Yani kelimeler hayatı anlamlandırır aslında.Ben çocuklarımızın ne kadar iyi niyetle de olsa etiketlenmesine karşıyım. Her bir etiket yeni bir sınır olacaktır çünkü.

İşte bu sebeple Robert Cem bir melek değil, hiç olmadı, çok çok uzun yıllar daha olmaması en büyük dileğim.

Gün Osborn

Aralık 2007

1 yorum:

Vefa dedi ki...

Bu dünyadakiler ikiye ayrılır; Değiştirebildiklerimiz ve değişmeyenler.

Tam on yıl önce katılmıştım Ayvalık “engelliler” şenliklerine. Gerçi tabela ve afişlere “özürlüler şenliği” diye yazsalar da, en azından bu tanımın artık değişmiş olmasını dilerdim. Değişen, iyiye giden ne var?

On yıl evvel katıldığım o organizasyonda da ufak tefek arızalar vardı elbette. Ama genel olarak değerlendirdiğimde benim için de zevkli geçen bir tatil olmuştu. “Benim için de” dedim, çünkü hayatımda ilk defa o kadar çok sakatı bir arada görmüştüm. Neredeyse herkesin yüz ve bedenlerinden etrafa sürekli bir neşe ve mutluluk hali dökülüyordu. Bizim gurubu İstanbul Aksaray'daki derneğin önünden ufak bir otobüsle almışlardı. O otobüse bindiğimiz andan, Ayvalık'taki bir haftayı yaşayıp, yine otobüslere binip dönene dek etrafımdaki insanların çoğundaki aşırı mutluluk hâli beni ürkütmüştü biraz. Çünkü bu gerçek olmasına imkân vermediğim bir durumdu.

Kim bilir? Belki yapay bir tavır dahi olsa şarkılar söyleyip gülmek, gerçekleri “değiştirip” güzel görünmesini sağlamanın en kısa yoludur. Hüzünlü bir şarkının dediği gibi “yalan da olsa beni sevdiğini söyle”..

Ve başka bir şarkı “eğil salkımsöğüt eğil, bu seninki sevda değil” deyip duruyordu belki bende. Hiç bir sorun olmasa da surat asıp, başınız önde gezer, kambur kambur oturur önünüze bakarsanız, bir süre sonra beyninizde mutlaka olumsuz düşünceler aydınlanacaktır. Yani dışa vurduğumuz beden haline iç dünyamızı benzetmeye başlarız. Üstelik kimse bu manzarayı çok izlemez ve yakın olmak da istemez.

“Çuvaldızı kendine batır Vefa! Hangi yöne akıyorsa kapıl gidiver etrafa.” deyip akmıştım içine kalabalığın. On yıl önce güzel bir hafta yaşadım, çok güzel insanlar tanıdım orada. Ama genel olarak özetlendiğinde bu gibi etkinlikler, “engelliler camiasına” zannımca HİÇ bir yararı olmayan uğraşlardır. Kezâ belirsizleşmesi gereken “engelli-sağlam” hattına her yıl yeni kaleler ve burçlar inşaa etmekten öteye gitmez, gidemez, gitmeyecek de! Etkinliklere katılan sakatların yüzlerindeki mutlulukla ölçemezsiniz başarıyı. Üstelik down sendromlu bir gencin meleklere benzeyen sürekli ve saf gülüşünü afişe edip dernekler yararına kullanamazsınız, kullanmamalısınız! Onlar zaten gülüyordu, siz sonradan geldiniz.. Onlar zaten açılmış çiçekler gibiydi. Siz gelip bu güzelliği kendi yakanıza yamadınız.

Yüzlerdeki mutluluklar birer birer açar ve dağılır etrafa. Bu kısacık anların toplum içerisindeki “engelli-sağlam” sorununa ne faydası var ki? Yüzde kaç engelli iş buldu bu mantık sayesinde? Yüzde kaç engelli eş buldu? Sayılar verin artık, şunu şunu başardık deyin, afişlere yazmayın hep aynı hikâyeleri. Neymiş “dışımıza değil, özümüze bakın”.. Peh! Ne yaratıcı, ne müthiş bir söz!! Çok kaşıdınız mı kafanızı bunu düşünürken?!

On yıl evvel gittiğim şenlik yine de güzeldi. Beni bir spastik genç ve ailesinin odasına vermişlerdi. Bir kamu kurumu misafirhanesine ait odalar geniş ve rahattı. Denize sıfır bir konumdaydık. Eğlenmek için gazino benzeri bir ufak bahçesi vardı. Arkadaşların arasında şahane müzik yeteneği olanlar çıkıp türküler ve şarkılar söylüyorlardı. Bir iki gün oda arkadaşımın üç yaşlarındaki tatlı kardeşine refakat ettim zevkle. Geniş güzel bir kamptı. Tiyatro sahnesi bile vardı. Ufaklığın kolundan tutup tiyatroya gitmiştim. Çeşitli, engel türlerinden oyuncuların oynadığı sessiz ve duygusal yoğunluğu sert olan bir oyun sahnelenmişti. Ufaklığın ihtiyacı için salondan çıkıp odaya dönerken abisine rastlamıştım. Telaş içindeydi. Meğer annesi de bizi aramış bir süredir. “Sorun yok, tiyatrodaydık, hem kaybolmayız ki” demiştim gülerek. Cep telefonlarının henüz etrafta görünmediği zamanlardı tabi. Güzel, çok güzel anılarım oldu. Etrafta üzerlerinde aynı tişörtlerle dolanan bir sürü liseli ve üniversiteli genç vardı. Bu gönüllüler özellikle yemek vakitlerinde masaları bir bir dolaşıp servis yapıyorlardı.

Her şey çok güzel gidiyordu ki, hepimizi Ayvalık meydana giden bir caddede sıraya dizdiler. Caddenin iki yanında ise halk durmuş olanları seyrediyordu. Çok sıcaktı, çok utanmıştım. Kendimi birden kör, topal, sandalyeli, spastik ve zihinsel engelli gibi kişilerden oluşan bir gürûhun arasında buldum. Kameralar falan ara sıra aramıza girip objektiflerini tek tek bize dikiyorlardı. Yan yan veya sekerek, titreyerek, tekerlek çevirerek, bastonları yanlara yayıp yengeç gibi aksak veya bir hata edip gündüz ortaya çıkıvermiş yarasalar gibi şaşkın bir şekilde ilerliyordu bu tuhaf karışım. Ne oluyordu? Kim koymuştu beni bu caddeye? Şöyle bir hamle yapıp sıvışsam aralarından kaçabilir miydim?

Kaçamazdım! İki tarafımızı sağlam insanlar kaplamıştı! Neydi bu iğreti yürüyüş? Yaşadığımız o bir kaç güzelliğin diyeti miydi? Kime ne ödüyordum?

O yürüyüş günü olup da, önceden iyi niyetle kendime batırdığım çuvaldızın acısı fena çıkınca, etkinliğe dair her şeyi, her güzelliği siliverdim aklımdan. Teşekkür ve minnetlerimi, güzel anılarımı orada tanıdığım o güzel insanlara yükledim tek tek. Ve çuvaldızı kocaman bir balona batırdım. İçi sadece laf kalabalığıyla dolu balondu bu. Derneklerin o pembe balonu daha şiddetli bir gürültüyle patlamıştı bu sefer kafatasımda!

Dünyadakiler ikidir; Değiştirebildiklerimiz ve değişmeyenler! Çok, çok uzun bir süre kendimi sakat olarak görmedim, beni öyle görmüş olsalar da bilmedim. Gençlikte herkesin yaşadığı bazı oluşum ve yıkımlar, sakatlığımı biraz olsun yüzüme vurmuşsa da, beni asıl yere seren darbeler, çalışıp didinip üniversiteyi bitirdiğimden itibaren gelmeye başladı. İş aramaya başlamıştım. Bu yol, neredeyse on yıl sürecek bir işkenceli gidişatın başlangıcıydı.

Çocukluğumda yapılan zekâ testiyle toplumun en üstteki yüzde ikisine yakın bir azınlığa dahil olduğum belirtilmişti. Bilgisayarların evlere bile girmediği, bilinmediği zamanlarda ben programcı olma yolundaydım. Gücümün yettiğince kendimi hayatın her alanında yetiştirdim. İyi seviyede bir yabancı dilim olmuştu. Dünyamdaki bütün fiziksel, sosyal, ekonomik vesaire engellerden sıyrılmış olarak, istatistiksel olarak bakıldığında bu vasıflarda bir insanın ülkemizde kaçta kaça denk geleceğini bilmiyorum. Ama belki, hiç yapmadığım bir şey yapıp, kendime paye biçeceğim. Çünkü kimse, hiç kimse Vefa'yı hafife almamalı!

Hafife alınmayı bırakın, öyle an geldi ki, adam yerine konduğum için sevinme zavallılığına düştüm. Şu an sevdiğim bir kurumda, sevdiğim bir mesleği yapıyorum. Ama kadrom, ünvanım ve maaşımı toplayıp bir kefeye koysam diğer kefedekileri yerinden bile oynatamaz. Yine de işimi ve görevimi zevkle, gururla yapıyorum. Çünkü koşullar böyle.. Koşullar böyle!

Şimdi engellileri temsil ettiği iddia edilen derneklere döneyim. Biri çıksın ve bu derneklerin ne işe yaradığını, topluma ve bireylere ne faydalar sağladığını somut bir şekilde, madde madde ifade etsin. Biri çıksın sorsun, bir diğeri de cevaplasın; “Vefa, sen bunca özelliklerde yetişip, seçkin bir konuma gelmiş olmana rağmen, neden akıl ve mantığa sığmayan bir şekilde on yıla yakın bir süre işsiz dolaştın. Üye olduğun ve gidip geldiğin dernekler o zaman zarfında ne yapıyordu? Ki o derneklere üye olmana bile gerek olmamalıydı. Onlar işini yapıp senin daha insani koşullarda yaşayacağın bir ortamı topluma sunmalı-sağlamalıydı. O boş geçen yıllarda kaybettiğin mesleki enerji ve umuduna ne olacak? Şimdi neredeyse emekli olacaktın, onca kayıp zamanı kimler üstlenecek?...”

Değiştirebildiklerimiz ve değişmeyenler! Aradan on yıl geçti. On yıl, yani kırk mevsim. Dünya değişti, başkanlar değişti, şehirler değişti, müzikler, zevkler, filmler değişti. Cep telefonu çıktı, heves oldu, furya oldu, hastalık oldu. İnternet icad olup neredeyse her eve girdi. İletişim değişti, yaşama hızı değişti, ulaşabildiğimiz bilgi miktarı değişti.

Ama engellileri Ayvalık şenliklerine götüren o küçük, eski ve rahatsız edici otobüsler değişmedi! Afişlere yazılan o beylik sözler değişmedi. Sakatlığımızı bir kürsü gibi kullanıp nutuklar atan o mantık değişmedi. Nereye gittiği, ne amaçla yapıldığı, ne faydası olduğu bilinmeyen o yürüyüşler değişmedi.

On yıl sonra, yani bugün, yani Mayıs 2006' da beni bir dostum aradı. Gel dedi, Ayvalık şenliklerine gidelim. Dedim olmaz abim, ben o şenliklerin ne olduğunu bilirim. Dedi gel, bu yıl çok güzel olacak, beş yıldızlı otellerde ağırlanacakmışız. Dedim ne oteli, devletin o güzel misafirhanelerine ne oldu ki? Dedi ki onlar tadilattaymış. Haydi gel, kırma beni, gezer tozar, eğleniriz seninle. Dedim peki abim, geliyorum senin o güzel hatrın için. Ama bil ki yürüyüş, kortej falan olursa beni yok bilin. Dedi ki boşver korteji, biz güzel vakit geçireceğiz. Tamam dedim, geliyorum.

Ve 23 Mayıs 2006 sabahı saat 07 ye doğru Sarmısaklı garajına indim. Dostumu aradım, dedi biz yoldayız, üç dört saati bulur varmamız. Dedim ki burada kimse yok, şu otel adını söyle de gideyim. Bir simit ve gazoz aldım, garaj büfede masaya oturdum ve yol yorgunluğumu biraz olsun unuttum. Otelin yerini sordum. Genç bir adam dedi kardeş seni ben götürürüm, hadi gel atla taksiye. Dedim dur yahu, simitimi bitireyim!

Konuşkan taksicim beni müzik ve sohbet eşliğinde otelin önüne götürdü. Fırladı sanki mühim bir adammışım gibi benim kapımı açtı. Dedim borcum nedir? 15 YTL dedi. Oha dedim içimden, yol bitti bir şarkı bile bitmeden. 5 YTL lik yola 15 istedi açık göz herif! Dedim içimden Allah'ından bulsun, yorgunum, hiç tantana edecek halim yok bu adamla.

Ve böylece sabahın ilk kazığını yemiş olduk!

Bahçede, güneşin altında bekleyen iki üç gurup vardı. Evet, gurupları saatlerce mesafeden getiren minibüsler aynıydı! On yıla rağmen, bir futbol takımına sağlanan rahat yolculuk seviyesine bile gelinmemişti. Bazı guruplar, belediyelerinin tahsis ettiği kırık dökük eski şehir içi hat otobüsleriyle gelmişti. Ki bu sıcaklarda bir saatlik yol bile bir eziyettir bu otobüslerde.

Otel dış girişinden hiç hoşuma gitmemişti. Her yerden uzak bir konumdaydı. Çöl ortasında, harabe bir köyde gibi hissettim kendimi. Etrafta otel çalışanı olduğunu sandığım “suratsız” bir takım insanlar dolaşıyordu. Kılık kıyafetiyle civar köylerde yaşadığı belli olan kadınlar ve genç kızlardı bunlar. Birer birer ortaya çıkıp otele ve ilgili çalışma yerlerine gidiyorlardı. Sanki zorla getirilmiş gibiydiler. Sanki etrafta gardiyan veya hastabakıcıların dolaştığı bir bakımevine gelmiştim.

Vallahi yol uzun olmasaydı atlar dönerdim o anda İstanbul'a. Millet gibi ben de etrafta dolandım saatlerce. Nedense içeri almıyorlardı. Bazen resepsiyonda oturduk, bazen dışarıda gölge bir yerde. Öğleye doğru benim arkadaşım ve gurubu da geldi. Ve bir takım tantana ve pürüzlere rağmen içeri alındık. Alındık ama oradaki dernek sorumlularının bana bir çıkıntıymışım gibi bakmalarını unutmayacağım! Yıllar yıllarca beni de peşlerinde sürükleyen o derneklerin ve federasyonun uzantıları! Yahu dedim içimden, buradaki çok kişiden kıdemliyim ben, asıl sen kimsin, kimi temsil etmektesin?

Neyse... Döküntüler otelimize girdik. Bize layık olan buydu zanlarınca. Aksak müşterilere aksak otel! Üç yataklı odaya dört kişi verildik. Dediler ki şanslısınız, altı kişi kalanlar da var!

Aman Allahım! Neredeyiz, tecrit kampı mı? Hiç mi insafınız yok? Hiç mi mantık işlemez burada? O küçücük minibüslerde saatlerce yol tepen güzel insanlara vereceğiniz “hizmet” bu muydu? Tekerlekli sandalyedeki arkadaşların, üç dört kişinin yan yana konmuş yataklarının üzerinden yuvarlanarak yerine ulaştığını duydum. Odamızdaki neredeyse hiçbir şey çalışmıyordu. TV varmış klima varmış diyenler olursa sadece bir örnekle susturacağım; Bizim odamıza ait banyodaki sifon bile çalışmıyordu!!!

Ya sabır dedim eşyalarımı çıkardım, çıkardığıma da pişman oldum. Dört kişiydik ve yataklar odayı kaplamıştı. Çıktım havuz denen yeri göreyim dedim, çünkü denize girecek bir sahili yoktu otelin. Ortada büyük bir havuz vardı. Etrafta otel yapısına dair her şey ya bakımsız ya kırık döküktü. Bahçe dekor havuzları boş ve kirliydi. Dedim yemeği bekleyelim, sonra suya girer serinleriz. Havuz yanı başındaki yemek yendiğini sandığımız binaya gittik. Dışarıda ve içerde masalar vardı. Dışarıdaki sandalye ve masalar plastikti ve gölgelenmesi için hiç bir önlem alınmamıştı. (gölgelik için gereken tenteleri iki gün sonra kurdular!)

Üç arkadaş iç tarafta oturup yemek vaktini bekledik. Kapılar açılınca girdik. Açık büfe çorba, bulgur pilavı, tavuk, salatalar vesaire vardı. Bir garsona yardım için rica ettik, siz seçin ne istiyorsanız ben masanıza getiririm dedi. Tamam dedik. Tabağımıza salataları koydurmuştuk ki şef olduğunu sandığım biri geldi. Bize o gün için öğle yemeği hakkımız olmadığını söyleyip tabağı geri aldırdı. Dedik yakında yemek yenecek yer yok mu? Yok dediler, yedi kilometre mesafe var! Tamam dedik, paramızla yiyelim? Olur dedi garson, olur ama önce bizim otel müşterisi yesin, müşteri sayısına göre yemek pişirdik. Kalırsa girer yersiniz.

Bir saate yakın da bu sebeple bekledik. Ve garson geldi. Şimdi yiyebilirsiniz dedi. Yemek ücretleri 15 YTL dir. Dedik toplam mı? Yok dedi, kişi başı 15 YTL! Yuh dedim, bu dernekler kendileri gibi ucube bir yer bulmuşlar, vallahi söylenecek söz yok! Kimse akıl etmedi mi bu insanlar acıkınca ne yapacak? Ee dedim, diğer yüzlerce insan ne yaptı, nerede yedi? Şurada üç tabak yemek verseydiniz oteliniz mi batardı? Bu mu şenlik dediğiniz?



Neyse ki Urfa gurubundan arkadaşlar dışarı çıkmışlar araçla. O guruptaki diğer bir arkadaş koşturdu ve onları arayıp birer döner ve ayran ısmarlayıp 8 YTL ye doyduk. Yeri gelmişken söyleyeyim, en çok bu gurubu sevdim, Allah razı olsun çok içten ve sıcak insanlardı. Keşke dernekler arası sağlam bir iletişim olsaymış da Urfalı arkadaşlarca yapılan bir sıra gecesi ziyafeti düzenlenseymiş. En çok bunun olmadığına üzüldüm.

Havuza sadece bir defa girdim. Çünkü böyle bir otelde havuza gereken itinanın gösterilemeyeceği apaçık ortadaydı. Havuz öncesi girilecek ilaçlı havuzcuklar yoktu. Duşlar da çalışmıyordu. Zaten bunu bilen, önemseyen veya haberdar edilen kimse yoktu.



Akşam yemeği vakti geldi. Dış mekanda, yani plastik masa ve sandalyelerde yer gösterildi engellilere. Engellilere gelen yemek ayrıydı. Otel müşterisi ise içeride, hemen pencereden görebileceğimiz mesafede, ahşap masa ve sandalyelerde açık büfe yemeklerini yemekteydiler. Biz, yani “özürlüler” de tentesi bile kurulmamış bir alanda oturmuştuk. Ayrı gayrı yerlerde, ayrı gayrı yemekler yiyorduk, aramızda birer pencere. Plastik masalar, sandalyelerde ve plastik çatal kaşıklarla yedik.

Plastik çatal kaşıklarla yiyorduk yemeğimizi mahkûmlar gibi. İnanılmaz derecede acıyordu içim. On yıl evvelki o kortejde sandım kendimi. Kurtulmam gerekiyordu buradan. Bu muydu toplum için hizmet? Bu muydu verilmek istenen mesaj? Bu muydu bu güzel insanların hak ettiği? Nerede etrafta fır dönen o gönüllü gençler?

Bir güzel şarkıdaki gibi “Bir adım ileri, iki adım geri” her şey on yıl evvel olduğundan bile beter hale gelmeli.

O gece en çok üç saat uyuyabildim. Beni davet eden arkadaşım yerde uyuyordu! Evet, yerde uyudu, hiç bir yastık ve döşek olmadan. Koskocaman bir adam olmasaydım, avaz avaz ağlayıp feryad edecektim insaf etsinler diye. Sabah dedim en geç yarın buradan çıkıyorum dostum. Sırf senin hatrına geldim buraya. Sen yerde, beton üzerinde yatarken canım acıdı. Katlanamam bu derde ben. Geliyorsan gidelim, paramızla bir yer bulup, iki gün için de olsa bu şoku biraz atlatalım. Tamam dedi. Hazırlanıyorum, yarın gideceğiz.

Yastığım kaya gibi sertti. Sular az akıyordu. Sifon çalışmıyordu. Yemekler berbattı. Çalışanlar bizi hor görüyordu. Kimi kime şikayet edecektim ki?


Nedir bu şenlikler? Amaç ve hedef nedir? Ne istenir ne elde edilir? Her yıl tekrar tekrar sahnelenen bu gösterilerden kimler fayda görür? Toplum içerisindeki engelliye bakış açısında bir gelişme sağlamış mıdır?

Hayır! Bu mantıkla hiçbir gelişme sağlanamaz! Bu senaryo ile özürlü ve sağlam arasındaki çizgi daha kalın bir şekilde çizilir her sefer. Dernekler yine afişler asar caddelere. Yine toplar toplayabildiği kadar sakat insanı ve geçer başlarına yürütür caddelerde.

Allah aşkına söyleyin; On milyon engelliyi de toplasanız aynı meydana.. Ve gösterseniz halka aha burdayız, biz DE varız diye.. O bildik nutuklarınızı atsanız, şarkılar söyleseniz, isteklerinizi sıralasanız ve dağılsanız evlerinize.. Ne olur ki bir hafta sonra?

Vallahi de billahi de toplum içerisinde ENGELLİYE DAİR HİÇ BİR SORUN OLMASAYDI bile sırf dernek ve benzeri oluşumların ve bu sakat mantığın sergilediği tutum sayesinde engelli kişiler birden toplumdan soyutlanıp, suçlu kişiler gibi titremeye başlayacaklardır.

Derler ya “sağlam girdim hasta çıktım”. Bu şenliklerde “işaret edilen özürlü gurubuna” dahil edilmiş olmak bile insanı rahatsız ediyor. Parmağınızı uzatıp göstermeden önce de sakattık biz! Siz böyle yaparsanız, nutuklar atarsanız tabii ki dilenciler bitmez etrafta.

Yıllardır yapılan bu şenliklerin 2006 ya denk düşeninde gördüğüm özensizlik ve kötüye gidiş beni son derece üzdü. Zamanla daha ustalaşıp, daha iyi koşullar sağlanacağı yerde, türlü sefalet ve aksaklıklar içinde dolanan insanlar görülüyordu.

Tekrar çuvaldızı alıp kendimize batıralım. Birey olarak ne yaptık şu hayatta? Laylomların ve eğlencelerin gerçekte bizlere ne faydası oldu? Yıllar yıllar boyunca işsiz dolaşıp da tamamen bir tesadüf eseri sınava girip iş sahibi olmasaydım, bu oluşumlar bana bir iş bulabilecek miydi? Vallahi hiç sanmıyorum hatta eminim ki bulamazlardı. Ne yaptım ne başardımsa kendi imkânlarım ve ailemin desteği ile yaptım. Devletimin açtığı okullarda okudum. Devletimin açtığı sınavlara girdim. Devletimin verdiği bir işi zevk ve gururla yapıyorum. Rahatsızlığım dolayısıyla asker olamadımsa da, gerekirse herkes gibi ben de vatanım, ülkem, ulusumun yüksek değerleri için canımı veririm.

Öyle görülüyor ki sakatlık kavramı ya bireylerce veya dernek vs oluşumlarca kullanılıyor. Bu ve benzeri yöntemlerle isteniyor, isteniyor, isteniyor.. Dilenciliğin her tarzı meydana seriliyor. Neyiz ki biz Allah aşkına? Bizi kime karşı savunmaktasınız? Suçumuz neydi ki bu konuma düştük? İş yapın iş, elle tutulur, gözle görülür sayılar verin. Boş laf kalabalığı taşıyıp durmayın yarınlara.

O iki günlük Ayvalık kamp maceramda çok önemli bir şey dikkatimi çekti. Dokuz yaşlarında bir çocuk gördüm. Bir bacağı kısaydı veya ayağı yoktu. Ahşap değneklerle geziyordu. Ahşap değnekler ki ağır ve kabaydılar. Onun gibi ahşap değnekli bir kaç kişi daha vardı.

Çok mu zor ki bu güzel insanlara birer alüminyum değnek vermek? Maliyeti tutsa tutsa 10-15 YTL lik bir araç olmalı bu, zira piyasada 25 YTL ye satılıyormuş. O iki günden sonra kamptakiler neler yaptılar nerelere gittiler bilmiyorum. Ama dilerim birileri akıl edip onlara yeni birer değnek hediye etmiştir. Dilerim mutlu dönmüşlerdir kamptan evlerine.

En azından bu yeter bazılarımıza!

30 Mayıs 2006
Vefa LÖK