6 Şubat 2008 Çarşamba

Amar, Deli Kadin ve Isimsiz


Bu gece çocuğunuza biraz daha sıkı sarılın. Irak'ta üç anne yas tutuyor. Onlar adına da sarılın oğlunuza, kızınıza...

Üç anne... üçünün de çocukları Down Sendromlu'ydu. Üçü de yok artık.

İkisinin acısı çok taze, biri ise yeniden kahroldu son bombalamalarla.

31 Ocak 2005. Amar, 19 yaşında bir delikanlıydı. Annesi-babası oy vermek için evden çıktığında o da sokağa gezmeye çıktı, hergün yaptığı gibi. Ama peşinde kalleş (insan demek mümkün değil zaten ama, hayvan bile demeye dilim varmıyor) yaratıklar dolaşıyordu. Amar'ı aldılar, bedenine bombalar bağladılar, pazar yerine götürdüler, en kalabalık olduğu anda uzaktan kumanda ile patlattılar. Amar'ı güzel gözlerinden tanıdı annesi saatler sonra...

1 Şubat 2008. İsimlerini bile bilmiyoruz, sadece Down Sendromlu iki kadın diye geçiyor. Biri pazarda satıcı, adı bilinmiyor ama Deli Kadın derlermiş ona, bunu yazmışlar. Deli Kadın. Unutmayın bunu. Farklının adı Deli çünkü. Hergünkü gibi güvercin satmak için pazara gitmişti. Kimbilir neler söyleyerek kandırdılar onu. Acaba sana baklava vereceğiz mi dediler yoksa bütün güvercinlerini mı alacağız? Ya da bu bir oyun muydu, hadi gel oyunumuza katıl mı dediler? Kimbilir... Artık bir önemi yok.

Aynı anda aynı oyunu bir başka genç kadına da oynuyorlardı. Adı ... İsimsiz. Ama güzel gözleri, yürekleri ısıtan bir gülümsemesi ve insanlığa inancı vardı. Mutluydu, çocuklarla oynamayı, gülmeyi severdi. O da bir başka pazarda krema satıyordu. İsimsiz ve Deli Kadın 20 dakika arayla, bedenlerine bağlanan bombaların uzaktan kumanda ile patlatılmasıyla öldürüldüler. Sağa sola saçılan vücut parçaları arasında onlarınki de vardı, adını bile araştırma zahmetine girmemiş çok önemli haberciler, İsimsiz'in kopmuş başının resmini bastılar gazeteye. Çekik gözleri, hokka burnu, küçük ağzı apaçık ortada.

Sana güvenen, zarar vereceğini, zarar göreceğini anlamamış, insana, insanın içindeki güzelliğe tüm ruhuyla inanan bir varlığı alıp, bu güveni, bu inancı ölüm yolunda kullanmaktan daha dehşet verici, Allah'a, dine, bütün kutsal değerlere bundan daha büyük hakaret eden bir eylem mümkün müdür? İnsanlığın düşebileceği bundan daha alçak bir nokta var mıdır? Hiç sanmıyorum.

Amar, Deli Kadın ve İsimsiz. Sizleri unutmayacağım.

Gün Osborn
3 Şubat 2008

Aykırı Bir Yazı (Melekler)


Aşağıdaki yazı melekler kelimesinin Down Sendromu kelimesi yerine ikinci bir etiket gibi kullanılmasını ve bu kelimeye kategorize edici nitelik atanmasını eleştiren bir yazıdır, rahatsız olacağınızı düşünüyorsanız okumayın.

Ama eğer okuyacaksanız şunları söylemek isterim: Yazıda ilk paragrafta melekler kelimesinin kendisinin önemli olmadığını, bunun yerine kuzular da kullanılsa aynı şeyin olacağını söyledim. Bunun ne sizin çocuğunuza taktığınız isimle ilgisi var ne de onu nasıl sevdiğinizle. Ben de oğlumu bazen meleğim diye severim, çokça da paşam diye. Aynı şekilde kullanmaya da devam edeceğim. Tekrar ediyorum, melek kelimesinin özel bir değeri yok burada, sadece ilave "bir" sınıflandırma kelimesi yaratıyor olmamızın yaratacağı tehlikelerden bahsediyorum (dolayısıyla dini referanslarla da bir ilgisi yok). Benim derdim "bir" kelimenin referans kelime haline dönüşmesiyle. Bu kelimenin a,b veya c olması hiç önemli değil. Bu yazı doğrudan sizin çocuğunuzla olan ilişkinizle de ilgili değil, sizinle de ilgili değil. Lütfen kendi çocuğunuzu ve evlat-ebeveyn ilişkinizi düşünmeyin, biraz duygusal boyutunun dışında bakmaya çalışın. DS'lu melekler yerine otistik kuzucuklar kelimelerini koyarak okumayı deneyebilirsiniz, belki bu durumda biraz daha dışarıdan görmek mümkün olabilir. Özelliklehenüz çocukları bebek olan anne babalar, belki çocuğunuz sizin kontrolünüz ve korumanız dışında toplum hayatına katılmaya başladıktan sonraki 10-12 yılınızı, çocuğunuzu önyargılardan korumaya çalıştıktan ve daha çocuğun yüzünü bile görmeden sırf Down sendromlu tanısından yola çıkarak onu sınıflandıran, ne yapıp ne yapamayacağı, nasıl bir insan olması gerektiği hakkında kesin fikir sahibi olan insanlarla mücadele ile geçirdikten sonra benim etiketlerden neden bu kadar rahatsız olduğumu daha iyi anlayacağınızı düşünüyorum. Elimden gelse DS etiketini de kaldırmak için mücadele ederdim ama ne yazık ki mümkün değil. Oğlumun 14 yıllık hayatında ona en fazla zarar veren şey neydi derseniz inanın bana DS'nun onda yarattığı sorunlar değil, diğer insanların bir DS'lu çocuğun nasıl olması gerektiği hakkındaki önceden edinilmiş fikirleri ve önyargıları oldu.
*****************************************************


Aykırı Bir Yazı (Melekler)

Son birkaç yıldır, herhalde kendimizi rahatlatma ihtiyacından da kaynaklanan bir duygusallıkla, Down Sendrom'lu çocuklar melekler diye isimlendiriliyor ve bu Türkiye'de neredeyse Down sendromu'nun takma adı gibi oldu. Ve ben bundan çok ama çok rahatsız oluyorum. Herkesin çocuğu melektir hatta tüm çocuklar melektir, yanlış anlamayın, benim derdim melek kelimesiyle değil, bunun yerine Kuzularımız da kullanılsaydı aynı şey olacaktı. Benim derdim Melek tanımlamasının çocuğun önüne geçmesi ve onları başka bir tür önyargı perdesinin altında bırakacağıyla. Zaten Down sendromlu tanımlamasının ağırlığı altında eziliyorlar, kendi kişisel özellikleri kaale dahi alınmadan bu kelimenin yarattığı önceden edinilmiş ve çoğu kez köhne fikirlerle değerlendirilip, etiketlenip, kategorize ediliyorlar, bir de buna ikincil bir etiketi bizler yapıştırarak acaba bir hata yapıyor olabilir miyiz?

Bunun çıkış noktasını oluşturan duygusallık hepimizde var ve çocuğumuz kaç yaşına gelirse gelsin hiç geçmiyor aslında. Sadece kontrol etmeyi ve onunla yaşamayı öğreniyoruz. Ama sanırım benim söylemeye çalıştığım şey, çocuklarımızı melek pırıltısının altına gizlerken aslında onları karakter sahibi birer birey olma hakkını da ellerinden alıyormuşuz gibi geliyor bana. Tıpkı "Tüm Downlular hep mutludur." deyişi gibi. Ama biz biliyoruz ki bu gerçek değil, aralarında pek çoğu depresyon geçirir, yas tutar, dibine kadar aşk acısı yaşar.Öyle ya bir melek kadar güzel, temiz, içten, iyi huylu, masum ve saflar. İki-üç yaşındaki bir çocuğu melek olarak tanımlamak kolay, zaten bebekliğinin getirdiği bir masumluk hali var. Ama biraz büyüdükten sonra iyisiyle kötüsüyle bir karakter geliştirecekler. Bir gün Melek gidecek ve çocuk kalacak…etiketi yapışık şekilde. Tüm bir DS'lu insanlar grubunu bu hep pozitif ve durağan özelliklerin altına hapsetmek, onların hırçınlık yapma, aşık olma, cinsel istek duyma, mastürbasyon yapma, sevmediği birisine soğuk davranma, ergenlik bunalımları yaşama, kendisine kötü davranan başka bir çocuktan nefret etme, belki onunla kavga etme, sinirli hatta nalet bir insan olma.... kısaca insanlığın tüm hallerini yaşama haklarını yok etmek gibi geliyor bana. Üstelik biz hep bir melekle yaşayacağımızı düşünürken gerçek çocukla karşılaştığımızda vereceğimiz tepkilerin, çocuklarımız üzerinde haksız bir yük oluşturacağını düşünüyorum. Anne-babaların, şaşkınlıkla benim meleğim nereye gitti diye bakarken ellerinin altındaki küçük insanı gözden kaçırmasından korkuyorum. Her zaman iyi huylu, her zaman masum, her zaman saf ve temiz olmak zorunda olmanın dayanılmaz ağırlığının çok zor bir yük olduğunu düşünüyorum.

Ve en önemlisi çocuğuma hiç bir yafta yapıştırılmasını istemiyorum. Benim çocuğuma da, her insana tanınan, farklı olma ve bu dünyada biricik olma hakkının tanınmasını istiyorum. Onun etiketlenip, önceden edinilmiş önyargılarla değerlendirilmesini istemiyorum. Bu önyargılar nasıl negatif olduklarında onun hayatını sınırlayacaklarsa, fazla pozitif olduklarında da sınırlayacaklar, onun birey olma hakkını elinden alacaklar. Yaftaların tümüne karşıyım.

Belki bir kelimede ne var diye düşünebilirsiniz, ama kelimeler belirler pek çok şeyi. Kelimeler, tanımladıkları şeye kendi ağırlıklarının çok üstünde anlam yükler. Kelimeler çok önemlidir çünkü sizin düşünce şeklinizi etkiler. Mesela bu nedenledir ki 'gerizekalı' kelimesi bir hakarettir ama 'zeka geriliği' kelimesi bilimsel ve nötr bir tını taşır, aslında ikisi de aynı şeyi anlatır. Ve mesela gene bu nedenledir ki 'DS bir hastalık değildir, bir durumdur, bir oluş halidir' diye bağırıyoruz var gücümüzle. Çünkü bir "durum"u hastalık olarak kabul ettiğiniz anda, o "hastalığı" yok etmeye uğraşırsınız (bu durumda Down Sendromunu, yani Down Sendromlu bebekleri). Halbuki bir "durum"u, "durum" olarak kabul edip, bunun sebep olduğu hastalıklarla mücadele etmeye başlarsanız, bebekleri değil, bebeklerin yaşadığı sorunları yok etmeye başlarsınız; örneğin tiroid bozukluğunu veya göz bozukluğunu. Yani kelimeler hayatı anlamlandırır aslında.Ben çocuklarımızın ne kadar iyi niyetle de olsa etiketlenmesine karşıyım. Her bir etiket yeni bir sınır olacaktır çünkü.

İşte bu sebeple Robert Cem bir melek değil, hiç olmadı, çok çok uzun yıllar daha olmaması en büyük dileğim.

Gün Osborn

Aralık 2007

Daha Dün Annemizin...


Ne güzel bir çocuk şarkısıdır o;

“Daha dün annemizin kollarında yatarken, çiçekli bahçemizin yollarında koşarken, şimdi okullu olduk, sınıfları doldurduk, sevinçliyiz hepimiz, yaşasın okulumuz.”

Çocuğunun okula başlaması her anne için çok önemli bir dönüm noktasıdır; hele ki hangi okula gideceği, hatta entegre bir okula başlayıp başlayamayacağı yıllarca belli olmayan bir çocuğun annesiyse. “Yaşasın okulumuz” ama içinde benim çocuğum da olsun. Engelli çocukların anneleri için okul pek çok şeyin simgesidir; okul temposunu kaldırabilecek sağlığa kavuşmanın, geride kalan sorunların, önünde uzanan belki de daha büyük sorunların, düşünülmemeye çalışılan keşkelerin ve yeni bir dönemin. Artık en büyük arzu iyi bir okul bulup, çocuğunuzun orada mutlu olmasını sağlamaktır. Okula başladığı gün sizler de yeni bir dünyaya adım atıyorsunuz ve bu dünyada çocuğunuz artık kendi başına var olmalı. Tabii ki sizin de bilinçli desteğinizle.

Oğlum yuvayı bitireli çok zaman oldu (şimdi 4.sınıf öğrencisi) ama 3–6 yaş grubundaki okul stratejimizi sorarsanız tek bir cümle ile özetleyebilirim;


"İşin sırrı "başarmak" ve bunun farkedilmesini sağlamak."

Evet, strateji diyorum çünkü tebrikler, okul hayatı denen uzun ince bir yolun başındasınız ve konuya hakim tek kişi de sizsiniz. Okul ve öğretmenin (iyi bir ihtimalle) iyi niyetli olduklarını farz ediyorum ama her başarının arkasında olduğu gibi okul başarısının da arkasında iyi bir strateji, bunu pratikte uygulanabilir hale getiren titiz bir plan ve bütün bunları yapan bir kadın vardır.

Öncelikle çıkış noktasını belirlemek lazım. Hedef çocuğumuzun sınıfında aktif katılımcı, arkadaşlık ilişkileri kuran ve orada bulunmaktan mutlu bir çocuk olmasını sağlamak. Bunları yaptığımız zaman akademik eğitimden faydalanmanın kapıları da kendiliğinden açılacaktır. Biliyorum bazı aileler orada sosyalleşsin yeter diyebilir ama bu lüksünüz sadece bir dönem veya en fazla bir ders yılıdır. Tam gün eğitime başladığında öğrenme okulda gerçekleşecek, siz evde ancak destek olacaksınız. Zaten gününün 7–8 saatini okulda geçiren bir çocuk bir de gelip evde ders veya program veya ne isim verirseniz verin işte onu yapmaz. Zorla yaptırırsanız da verimli olamazsınız ve açıkçası okulda geçirilen zamana ve oradaki sisteme ve ortak öğrenme zevkine yazık etmiş olursunuz.

Aktif katılımcı, arkadaşlık ilişkileri kuran ve orada bulunmaktan mutlu olan bir çocuk için ise öncelikle arkadaşlarıyla iletişim kurması gerekli. Diğer çocuklar onun farklılıklarını zaten görecekler, biz benzerliklerinin, onun düşündükleri kadar ayrı bir gezegenden gelen bir çocuk olmadığının altını çizmeliyiz, hep ve bıkıp usanmadan. Benzerliklerini görünür hale getirmeliyiz ki sınıftaki diğer çocuklar onunla bağlantı kurabilsinler ve bu bağlantı eşitlik düzeyinde olsun.

Hepimiz çocuğumuzun başarılı olması için uğraşıyoruz, ne demek şimdi "İşin sırrı başarmak" diye soracaksınız. Benim kastettiğim başka. Yani işin sırrı çocuğunuzun sınıf ortamında bir şeylerde başarılı olmasını ve bunu diğer çocukların görmesini sağlamakta. Örneğin sınıfta işlenecek konuların listesini önceden öğretmenden alıp bunlara evde hazırlanabilirsiniz. Biz bunu hala yapıyoruz. Bu hafta "Annem" şarkısı mı öğrenilecek, siz buna evde çalışın ve okula gittiğinde o da diğerlerinden geride kalmadan öğrenebilsin ve onlarla söyleyebilsin. Varsın sadece nakaratını söylesin önemli değil, yeter ki söylesin. Bu salı yağmur konusu mu işlenecek, ona evde anlatın ki okulda öğretmeni "Yağmur nereden gelir?" diye sorduğunda bulutlardan diyebilsin. Kavramı anlıyorsa anlayarak, anlamıyorsa da ezberden söyleyecek belki ama olsun söyleyecek. Ve işte böyle böyle sınıfın aktif katılımcı bir öğrencisi olacak, misafir öğrencisi değil. Bu misafir öğrenci olayına dikkat etmek gerek, bu rutine girmek çok kolay, çıkmak çok zordur. Aksi takdirde zaman zaman gelip giden, kendi kendine bir şeyler yapan bir çocuk olarak kalabilir. Ama biz onun Civcivler sınıfının 15 çocuğundan biri olmasını istiyoruz, doğum günlerine çağırılsın istiyoruz, arkadaşları olsun istiyoruz.

Arkadaşları olması için onlarla iletişime girmesi lazım dedik, bunun en kolay yolu ise sınıf içindeki ortak zamanların kullanılması (çember saati gibi) ve aktivitelere katılması. Ancak bu yolla sınıftaki diğer çocuklar çocuğunuzu tanır ve yakınlaşır. Bu yakınlaşma ilk başta doğaldır çünkü sizin çocuğunuz farklıdır, merak uyandırır ama bu ilginin devamını sağlamak da gene anneye ve öğretmene bağlı. Çocuğunuzun iyi yönlerini en iyi siz biliyorsunuz, bunları sınıfta üstüne basa basa öne çıkartın. Yapamadıkları veya kötü yaptıkları zaten ortada, siz yapabildiklerini öne çıkartın ki diğer çocuklar görebilsin.

Mutlaka sınıfta bir görevi olsun, ona ait ve herkesin onun yaptığını bildiği bir görevi. Mesela biz her sabah görev paylaşım kartlarını okuturduk. Flaş kartlarla sınıf arkadaşlarının isimlerini ezberletmiştim ve her sabah günün görevlilerinin isimlerini Robert Cem okurdu.

1) Sınıf akışına günlük katkısını süreklileştirdi ve onun sınıfın tam üyelerinden biri olma konumunu pekiştirdi.
2) Tüm çocuklarla konuşma ve iletişime girme şansı verdi (isimlerin sahiplerine kartları teslim ederken).
3) Hiç biri okuyamazken Robert'ın okuyabiliyor olması ona olan saygılarını arttırdı ( aslında görsel hafıza; ezber ile okuyordu, fonetik okuma değil ama bunu çocuklar nereden anlasın?).

Bu bizim çözümümüzdü, sizinki farklı olacaktır ama ne demiştik yukarıda? "İşin sırrı "başarmak" ve bunun farkedilmesini sağlamakta".

Robert'ın okula ilk başladığı zamanlarda çocuklar ve öğretmenleri ile olan ilişkilerinde eşitlik prensibinin kurulması için çok çalıştığımı hatırlıyorum. Robert Cem yumuşak huylu bir çocuk. Yuvaya ilk başladığında bu yepyeni ortamda kendini çok da iyi hissetmediği için sessizliği tercih etmişti. Sınıfın genel kurallarına uyuyor ama geri planda kalıyordu. Arkadaşları onunla çok ilgiliydiler ama 4 ya da 5 yaş çocuğunun ilişkileri karşılıklılık üzerine kurulu. Karşılık alamazsa "aman o yalnız kaldı, yazık ben onunla oynayayım" gibi bir kaygısı yok, başka oyuna veya arkadaşına kayıyor. Burada öğretmenin bilinçli bir şekilde oyun kurup onu dahil etmesi lazım. Aksi takdirde çocuğunuz yalnız kalabilir veya bebekleştirilebilir. Oğlum ilk üç ay okulda ağzını bile açmadı. Ben de bir gün evde karşılıklı oyun oynarken ve ince motor aktiviteleri yaparken konuşmalarımızı filme aldım ve oğlumun olmadığı bir ders sınıfta gösterdim. Çocuklara "bakın, Robert tüm bunları yapabiliyor, hadi siz de ona yardımcı olun ki okulda da yapsın." dedim. Ve işe yaradı. Çok geçmedi, bir kaç gün sonra çocuklardan birisi sorusuna cevap alamadığı zaman "Ben biliyorum sen evde konuşuyorsun, neden benimle konuşmuyorsun?" diye oğlumu zorladı. Çünkü biliyordu, çünkü ; "İşin sırrı başarmak ve başardığını göstermek.

Her yaş grubunda "anaç" kız ve erkek çocuklar var. Bu çocuklar tüm okul hayatınız boyunca sizin en büyük yardımcılarınız olacak. Çocuğunuzun onlarla olan ilişkilerini siz de anne düzeyinde destekleyin. Onlara çocuğunuza bebek muamelesi yapmadan, ona saygı duyarak ve kendilerinden biri olarak kabul ederek davranmalarını öğretmeniz lazım.

Burada da en çok dikkat edilmesi gereken nokta öğretmen. Bazen hiç farkına varmadan öğretmenin aşırı korumacı veya tam tersine sınıf dinamiğinin dışına atıcı hareketler yaptığını görebilirsiniz. Sınıf dinamiğini ve çocuğunuzun konumunu belirleyen kilit kişi öğretmen. Çocuklar ister istemez onun çizdiği yoldan gidiyorlar. Sınıf öğretmeni ile çok ama çok iyi iletişim kurmak zorundasınız. Biz şanslıydık, gerçekten işini seven ve Robert'a kucak açan öğretmenlerimiz vardı. Ama daha da önemlisi neydi biliyor musunuz? Bana da açıktılar ve bana da kucak açtılar. Beni dinlediler, önerilerimi dikkate aldılar ve uyguladılar. Kendileri kafa yordular acaba başka neler yapabiliriz diye. Bu satırları okumayacaklarını biliyorum ama hepsinin yüreğimde ayrı bir yeri var.

Öğretmenle kendinizi ve duygularınızı paylaşın. Öğretmeni takdir etmeyi unutmayın, beğeninizi de eleştirileriniz kadar açıklıkla iletin. Beklentilerinizi mutlaka tüm açıklığıyla iletin. Çok büyük olasılıkla sizin çocuğunuz o öğretmenin ilk özel ihtiyaç öğrencisi olacaktır. O da yolunu biraz el yordamı ile bulmaya çalışıyor ve biraz da korkuyor bunun altından nasıl kalkacağım diye. Siz çocuğunuzun özel ihtiyaçlarını tanıyorsunuz, o da çocukları, birbirinizden öğrenecek çok şeyiniz var, birlikte bir takım olun. Onu da tarafınıza aldığınız anda bilin ki bu iş olacak.

Oğlum 3 yaşında ilk kez yuvaya başladığı günden beri her sene okulun ilk günü öğretmenlerimize bir mektup yazdım, hala da yazıyorum. Robert Cem'i anlatan ama engelini, ihtiyaçlarını değil, çocuk Robert Cem'i anlatan ve beni anlatan bir mektup. Mesela Robert çok esprili bir çocuktur bazen hiç ihtimal vermeyeceğiniz şakalar yapar, teyzesinden öğrendiği süphanallah, maaşallah'ları beni öldürür, Harry Potter hayatımızın çok önemli bir parçasıdır, ders çalışırken "best friend'in Türkçesi nedir?" diye sorduğumuzda "Emek'tir" dedirtecek kadar sevdiği en iyi arkadaşı vardır, gibi. Ki bu sayede öğretmen kafasındaki Down Sendromlu çocuk imajından kurtulsun ve o perdenin arkasında duran çocuğu, gerçek çocuğu görebilsin. Bu mektup aynı zamanda öğretmenden benim ne beklediğimi ve onun da benden ne bekleyebileceğini anlatan bir mektup. Benim açımdan altını çizdiğim en önemli noktalar ona güvendiğim, açık olduğum ve her zaman destek olacağımdır. Onun da bana açık olmasını, beni ve tecrübelerimi kullanmasını ümit ettiğimi ve aile olarak üzerimizdeki etkisinin, gücünün farkına varmasını beklediğimi anlattığım bir mektup.

Benim oğlum için en büyük beklentim bağımsızlık kazanması oldu. Öğretmeninden en büyük beklentim ise ona bu fırsatı ve zemini hazırlaması. Her zaman bir piramit kullandım. Önce kendisi, yapamıyorsa arkadaşının yardımıyla kendisi, yapamıyorsa öğretmeninin yardımıyla kendisi, yapamıyorsa arkadaşı, yapamıyorsa öğretmeni. Hep bu prensibe bağlı kalmaya çalıştım ve öğretmenlerinden de bunu istedim. Onun yerine yapmak ve sonunda bir şey çıkarmak değil hedef. Varsın arkadaşları 10 renk kodlu resim bulmaca çözerken sizinki 3 renklisini çözsün. Önemli olan onun yapması. Ancak böyle öğrenir ve ancak böyle yeni şeyler öğrenmeye hazır olabilir.

Grup aktivitelerine mutlaka ama mutlaka katılmasını sağlayın. Onun yapabileceği bir bölüm mutlaka vardır, yoksa da eklensin. Maket ev inşa ediliyorsa ve kesemiyorsa, o boyamasını yapsın. Destek elbette ki verilmeli. Ama sadece gerektiği ve yeterli olduğu kadar. Fazla destek de en az hiç destek vermemek kadar zararlıdır.

Okuldaki diğer çocukların aileleri de ele almanız gerekenlerden biri maalesef. Maalesef diyorum çünkü her şeyi anlayabiliyorum ama kendisi de anne olan birisinin "bu çocuk farklı, ben bu çocuğu kendi çocuğumun yanında istemem" diyebilecek kadar empati yoksunu ve acımasız olabilmesini anlayamıyorum. Hepsi değil ama böyleleri de çıkıyor. Öncelikle sakin olun. Siz haklısınız ve o haksız. Dilediğiniz kadar öfkelenebilir, kızabilir, ağlayabilir, hatta küfredebilirsiniz... Ama evde. Öfkenizi kendinize saklayın ve bu insanların her zaman olacaklarını hatırlayın. Okula entegre eğitimin faydaları hakkında yazı yazmalarını ve sınıftaki tüm öğrencilerin evine göndermelerini söyleyin. Hem okul ve öğretmen bu kararlarını bilimsel olarak destekleme şansına sahip olur hem de siz onların neler düşündüğünü anlama. Gerekirse siz de yazıp onlardan dağıtmalarını isteyebilirsiniz.

Hani çocuklar zalimdir derler ya, inanmayın, çocuklar zalim değil dürüsttür, hele ki 3–6 yaş çocukları. Zalimlik öğrenilen bir şey ve 6–7 yaşından sonra başlıyor. Yuva çocukları sadece meraklı ve yaşları gereği benmerkezci. Yetişkinler gibi üzmemek kaygısıyla duygularını veya düşüncelerini gizleyemiyorlar. Onlarla iyi ilişkiler kurun. Çocuğunuzun sevdiği ve onu seven arkadaşlarını eve oynamaya çağırın ya da bir Cumartesi iki çocuğu beraber sinemaya götürün. Ama her seferinde bir çocuk çağırın, ilginin dağılmasını istemeyiz. Okula her gittiğinizde (ki bu epey sık olacak) sınıftaki arkadaşlarıyla konuşun, onlarla da ilgilenin. Okulla beraber bir gün sizin evinize okul gezisi düzenlesinler. Çocuğunuzun odasını görsünler ve sizin nefis kekinizi yediklerini evde annelerine anlatsınlar. Çocuğunuz zaman zaman minik hediyeler götürsün; bir kutu ev kurabiyesi sizi epey popüler yapacaktır, söz veririm.

Sınıfta kendini mutlu ve orasının ayrılmaz bir parçası olarak gören bir çocuk için öğrenmenin yolu da açılmıştır. İster anaokulu ister ilköğretim olsun farketmez. İlköğretim yıllarında sınıfın kuralları çerçevesinde akademik eğitimi de bu temeller üzerinde başarıyla oturacak. İlköğretimde anaokulundan farklı olarak akademik başarı da gündeme gelecek ve buna yönelik farklı stratejiler ve farklı planlar geliştireceksiniz ama orada da işin sırrı çok farklı değil; sadece öznesi değişiyor; İlköğretim yıllarında işin sırrı ise “başarılı olmak” ve başarılı olduğunu bilmek. Ama bu farklı bir yazının konusu.

Gördüğünüz gibi yapılabilecekler çok. İşin içine girince siz de pek çok farklı fikir üreteceksiniz. Bunları uyguladıkça işlerin yolunda gittiğini görmek de çok güzel. Ama en güzeli ne biliyor musunuz? Bir gün eve bir not gelmesi ve sınıf arkadaşı Erencan’ın çocuğunuzu yarın okuldan sonra oynamaya eve çağırması. İşte o an bütün bu emeklerin karşılığını alıyor ve bir damla gözyaşı ile kutluyorsunuz.

Gün Osborn
2004

To Be or Two Be? Ya da "Kardeşim Benim"


Tek çocuk sahibi olan ailelerin kafasında her zaman Demokles’in kılıç gibi duran bir soru vardır, hele ki çocuk okul çağına yaklaşıyor ve aranın çok açılmaya başlandığı düşünülüyorsa; Kardeş olmalı mı? Ailelerin diyorum çünkü artık çocuklar da karar mekanizmasına dâhil, onlar da fikirlerini (siz isteseniz de istemeseniz de) beyan ediyorlar. Aile büyüklerinin hayattaki en önemli mevzuu kendi çocuklarının reprodüktif aktiviteleri olduğundan, onlar zaten çoktan “E, hadi artık bu çocuğu hayatta yalnız mı bırakacaksınız” lara başlamış oluyorlar. Bu zor bir karar. Gerçi aslında ilk çocuk sahibi olma kararı daha zor bir karar ama daha doğru düzgün düşünmeye fırsat bile bulamadan, bir şekilde (acaba cahil cesareti mi desem) olması gerektiğine karar veriyoruz. Ama ikincide işler başka. Bir yandan artık yerine oturmuş ve bozulmak istenmeyen bir hayat ve yeni bebeğin maddi-manevi zorlukları bir yandan da bir bebeğin kelimelere sığmaz keyfi ve çocuğunuzun hayatta yalnız kalmamasını sağlama arzusu.

Bunlar işin sıradan yönleri. Eğer bir de çocuğunuz özel bir çocuksa yani engelli bir çocuksa, bu soru tam bir ikilem olur. Aklınızdan geçen sorulara ya o da engelli olursa korkuları, ikisi arasındaki ilişkilerin altından nasıl kalkılır tereddütleri eklenir. Limitler sonuna kadar zorlanarak özel çocuğa yönlendirilen zaman, para ve sevginin nasıl paylaştırılacağına dair soru işaretleri oluşur kafalarda. Bu ve benzeri sorular benim için de söz konusuydu. Büyük oğlum Robert Cem doğduğunda Down Sendrom’lu olduğunu öğrendik. İlk yıllar kardeş gündeme bile gelmedi, hazır değildik. Yeni bir bebeğin ihtiyaçlarını karşılamaya ve en önemlisi ona zaman ayırmaya hazır değildim. Yeni bebeğe vereceğim zamanı aslında Robert ile geçirmem gereken ve ondan çaldığım zaman olarak göreceğimi hissediyordum. Bu hepimize büyük haksızlık olurdu. Ne zaman ki Robert’ın hayatı belli bir düzene oturdu, kardeş konusu gündeme geldi.

Bence bir kardeş ona ve kendinize verebileceğiniz en güzel şeylerden biri.

Engelli bir çocuk büyütmek ayrı bir deneyim. Böyle bir çocuğun annesi, babası ve kardeşi olmak da ayrı bir deneyim. Sağlıklı ve mutlu bir aile ortamı yaratmak büyük ölçüde size ve harcayacağınız emeğe bağlı. Kendiliğinden olacak, sizin üstünüzden akıp gidecek bir şey değil bu. Ama zaten emek harcamadan elde edilen hangi değerli şey var ki? Size tek tavsiyem olacak; gerçekçi olun. Aileniz hakkında, aile bireylerinin aile içindeki yeri hakkında, birbirleriyle olan ilişkileri hakkında ve gelecekte bu ilişkilerin şekli konusundaki beklentileriniz hakkında gerçekçi olun, gözlemleyin, planlayın ve üzerinde çalışın.

Çocuklarınızdan biri özelse, kardeşinin ihtiyaçları da özel olacaktır. Ona da özel olduğunu hissettirmeliyiz. Anne-baba bütün enerjiyi bir çocuğa aktarıp diğerinin ihtiyaçlarını ihmal ederse sorunlu bir kardeş ilişkisine davetiye çıkartır. Bunun için de çocuklardan birinin özel olmasına gerek olduğunu sanmıyorum, hiç bir çocuk bunu kaldıramaz. Dörtbuçuk yaşındaki küçük oğluma iki yıldır eve öğretmen geliyor haftada bir gün. Yaptıkları da resim çizip, oyun oynamak. Niye mi geliyor? Sadece ağabeyi değil, o da bir öğretmenle odasına girip, kapısını kapatıp, herkesi dışarıda bırakabilsin diye. Bu öğretmen başlayana kadar, eve her terapist geldiğinde kıyamet kopuyordu ben de içeri gireceğim diye. Kendi öğretmeni gelmeye başladığı gün bunlar bitti. Her gün yapamasam bile mutlaka en az haftada bir gün sadece ikimiz bir şeyler yapmaya çalışıyoruz. Bazen bilgisayar oynamak bazen yürüyüş yapmak gibi (bu bazen bakkala kadar bile olabiliyor!). Her akşam mutlaka uyku öncesi kitap okuyoruz. Çok değil 15 dakika ama tamamıyla ona ait olduğum bir 15 dakika. Zaten o kadar çok şeyi hep beraber yapıyoruz ki.

Daniel Emre ile ağabeyi, onun farklılıkları ve bunun bize hissettirdikleri konusunu neredeyse 2- 2,5 yıldır konuşuyoruz. Bazen modelleyerek, bazen de onun kendi cümlelerini kurmasını sağlayarak duygularını ifade etmesini sağlamaya çalışıyoruz. Daniel ağabeyine çok düşkün ve onu gerçekten çok seviyor ama zaman zaman ondan utandığını söylediği (özellikle bazı yaşına uymayan hareketler yaptığında), onu kendi arkadaşının doğum gününe götürmek istemediği de oldu. Bunu duymak canımı çok yakmıştı ama işin aslında benim de utandığım zamanlar olmuyor mu? Ben de bazen karı-koca gidelim şöyle sakin bir yemek yiyelim demiyor muyum? Benim yaşadığım bütün duyguları o da yaşıyor.

Ama asla unutmaması için çok çaba harcadığım bir şey var; Robert onun ağabeyi ve hep öyle kalacak. Bazı şeyleri ondan iyi yapsa bile ağabeyine saygısını korumalı. Bu zor bir denge; hem ona saygı duyacak hem de gerektiğinde önderlik yapacak. Bunu mümkün olan en küçük yaştan beri (yani doğduğundan beri) vermeye çalıştım ki ilerideki ilişkilerinde, yani roller değişip Daniel ağabey rolünü aldığında saygı hep yerini korusun. Evet, bunu kabul etmek lazım, bir an geliyor ve küçük büyüğü önce yakalıyor, sonra geçiyor.

Anne ve babanın üzerine düşen sorumlulukların bir kısmının kimse farkına varmadan kardeşin üzerine düşmemesi için özen göstermemiz gerek. Küçük kardeş belli bir yaşa geldiğinde bazı sorumlulukları almasını umuyor olabilirsiniz ama öncelikle siz, bunları almak gibi bir zorunluluğu olmadığını kabul edin. Bunu siz kabul edin ki farkına varmadan küçük çocuğunuza bu mesajı vermeyin. Böyle bir sorumlulukla büyümesine veya büyüyünce anne-baba rolünü alması gerektiği gibi bir kanıya kapılmamasına dikkat edin. Anne-baba olarak bizim vazifemiz bunun olmaması için gereken önlemleri almak. Çocuğunuzun anne-babası sizsiniz, kardeşi değil. Benim de iki çocuğum var. Büyüdüğünde küçük oğlumun sıradan çocukların kardeşlerinin sahip olmadığı sorumlulukları olacak, onları üstleneceğini ümit ediyorum ama sadece büyüdüğünde ve sadece ümit ediyorum. Onu bu sorumluluğun kaçınılmaz ağırlığı altında büyütmemek için de elimden geleni yapıyorum. Anne-baba olarak bizim vazifemiz sadece Robert Cem'in değil Daniel Emre'nin de geleceğini hazırlamak. Benim iki çocuğum var ve biri öbürüne hizmet etmek zorunda değil.

İki kardeşin kendi aralarındaki ilişkiden kazandıkları için ise herhalde sayfalar yazabilirim. O kadar uzatmayacağım, korkmayın, ama tek kelimeyle her iki çocuğun da zenginleştiğini söyleyebilirim. Sıradan kardeş (yaşı ne olursa olsun) özel kardeş için rol model oluyor, konuşma terapisti, fizyoterapist, girdikleri ortamda sosyal buz kırıcı, yapabildikleriyle öbürünü teşvik edip daha fazla çabalamasını sağlayan zorlayıcı güç, sırasında ağabeyini kızdırıp ona kendini kontrol etmesini öğreten sosyal deney tahtası oluyor. Özel kardeş ise öbürüne tahammülü, farklılığın da normal olduğunu, insanlara her haliyle değer vermeyi ve sevmeyi, sorumluluğu, toleransı ve kendinden zayıfları korumayı öğretiyor. Hayata bizlerden çok daha hazırlıklı büyüyor.

Özel bir çocuğunuz olduğunda ister istemez ailenin merkezi o çocuk oluyor. Hatta sizin karı-koca ilişkinizin bile merkezi oluyor. Ama ikinci bebek de kendi ihtiyaçlarıyla geldiğinden bunu dengeliyor, normalize oluyorsunuz. Hayatınız artık terapistlerden ibaret olmuyor, biraz da park ve hayvanat bahçesi giriyor işin içine çünkü o da sizin çocuğunuz ve bunlar da onun ihtiyaçları. Çünkü onu da en az öbür çocuğunuz kadar özenle büyütmek istiyorsunuz ve onun ihtiyaçları da en az öbürü kadar önemli. Robert'ın haftalık konuşma terapisti ne kadar önemliyse Daniel'ın basketbol kursu da en az o kadar önemli. İkisine de zaman ve para ayırmak zorundayız.

Ve insan biraz da rahatlıyor. Anne-babalığın ilk seferinde kaçırdığınız farklı yönlerini, farklı hazlarını yaşıyorsunuz. Bir doğum gününe gidip sadece oradaki çocuklardan birinin annesi olmak, "o çocuğun" değil; okul yaşı geldiğinde sizin okul seçmeniz, onların sizi "kabul etmesi" değil. Acabasız, keşkesiz çocuğunuzun gözlerine bakmanın ve onun geleceğine dair hayaller kurmanın tadına varıyorsunuz.

Acaba ileride ilişkileri nasıl olur diye bazen düşünüyorum. Ama gerçekten özenle bu ilişkinin üzerinde çabalıyorum ve elimden gelenin en iyisinden fazlasını yapamam bunu biliyorum. Kısacası kolay olduğunu söylemiyorum ama zaten biz kararlarımızı kolaylığına bakarak vermiyoruz değil mi?


Gün Osborn

Ocak 2004