10 Kasım 2009 Salı

Bizimlesin




Bizimlesin ATA'm...
 
Hep ve her zaman...
 
Ama bugünlerde sanki daha da çok anlıyoruz kıymetini...










30 Ekim 2009 Cuma

Kutlu Olsun

İki yıldır 29 Ekim gecesi Cumhuriyet Bayramı gösterilerini izlemeye gidiyoruz çoluk-çocuk. Herkeste bir heyecan :) çabuk çabuk yemekleri ısmarlayıp havai fişekleri beklemeye başlıyoruz.

Ama yani bu kadar mı güzel olur şu havalı ve de havai fişek denilen şey? Gelecek seneyi iple çekiyorum...




Cumhuriyet Bayramımız Kutlu Olsun.

15 Ekim 2009 Perşembe

Mukemmel Kadin Olmayin !

Epostama düşen bir mesaj. O kadar doğru yazmış ki yazar, neredeyse her bir cümlesini ayrı ayrı çerçeveleyip asmak lazım.


Mükemmel Kadın Olmayın !

“Mükemmel kadın” denildiğinde aklınıza ne gelir? Toplumun ve yaşamın üstüne yapıştırdığı tüm sıfatları eksiksiz yerine getiren kadın!

Mükemmel Kadın Olmayın !

İyi bir eş, anne, dişi, seksi, ev hanımı, iş kadını, dost, evlat, sevgili ve daha birçok şey olan mükemmel kadın, neden mutsuz olur? Çünkü bu kadınlar başkaları için yaşarlar!

Bir ilişkide kadın, eşinin hayatını gereğinden fazla kolaylaştırdığında, iyi bir iş yapmış olmaz. Her sorunu çözebilen, sorumlulukları üstünde taşıyan, düzeni koruyan ve bunun için insanüstü çaba gösteren kadın, karşısındaki erkeğin genetiğini bozar.

İnsan doğası almaya, tüketmeye eğilimlidir ve rahata çabuk alışır. Mükemmel kadın, her konuda başarılı olduğundan, karşısındakine yapacak bir şey bırakmaz. Armut piş, ağzıma düş! İlişkiler, paylaşım olmadan büyümez. Kadın ve erkeğin gelişimi, yaşamın getirdiği sorumluluklar, dersler ve çaba ile doğru orantılıdır. Çocuğunun okul ödevlerini kendisi yapan bir anne, evladının öğrenmesini ve yeteneklerini geliştirmesini engellediğinin farkında değildir. Aynı durum ilişkilerde de geçerlidir. Eşinin işlerini, rolünü üstlenen, yapması gerekenleri onun yerine yapan, beceremediklerini bir şekilde halleden mükemmel kadın, mutsuz olmaya mahkumdur.

İşin garip tarafı, bu yapıdaki kadınların ilişkileri genellikle hayal kırıklığı ile biter. En çok aldatılan, terk edilen kadınlar, kusursuz kadınlardır. Neden aldatıldıklarını anlayamazlar. Üstelik, eşlerinin seçtikleri kadınlar, kendilerinden çok da ha vasıfsız olanlardır. “Benim neyim eksikti?” Bu cümlenin cevabı havada kalacaktır, hatta şok etkisi bile yaratabilir ama eksik olan kusurdur.

İlişkiler paylaşım üzerine kuruludur. Mükemmel kadın, eşinin yapacaklarını üstüne aldığında, zaferlerini de elinden almış olur. Çaba göstermek, uğraşmak için ortada sebep bırakmaz. Heyecanı, hevesi kalmayan bir eş, doğal olarak gidip, kendini göstereceği, yaratacağı başka ortamlar arar.

Çevrenizdeki insanları bir düşünün. İçlerinde, mükemmel olduğuna inandığınız ama hala neden evlenemediğini ya da mutsuz bir ilişkisi olduğunu anlayamadığınız kişiler yok mu? Dışarıdan bakıp, dört dörtlük kadın dediklerinizle birlikte yaşadığınızı hayal edin. Hazır bir hayat. İlk başlarda çok keyifli gelse de, zaman i çinde son derece sıkıcı, tek düze ve boş bir yaşam şeklini alır. İnsani egonuz zarar görür.

Mükemmellik, kendinden vazgeçmek demektir. Sürekli başkaları için yaşamak, onların ihtiyaçlarını gidermek, onların sevdiklerini seçmek ve hazırlamak, hep başkalarını düşünmek, mükemmel kadını kişiliksiz kılar. Kendi hayatından vazgeçmek, saçının her telini süpürge etmek, gereksiz özveri ve fedakarlık göstermek, karşı taraftan alkış ve takdir almaz. Düzenli olarak bunlar yapıldığı için, görevmiş gibi algılanır ve kıymet bilinmez.

Kusursuz ve mükemmel olmak, sadece zarar verir. Eşini, çocuğunu, kendini hatta dostlarını bile zor bir psikolojik sürece sokar. İlişkiler paylaştıkça değer kazanır ve keyif verir. Mükemmel kadın mutlu olamaz. Başkalarının hayatını düzenlerken, kendine ait bir yaşamı unutur.

İnsan dediğin kusurlu olur. Hataları, yanlışları ile var olur. Mükemmellik, insana ait değildir. Kusursuz veya mükemmel kadın olmayın. Bu sizi ancak, ruhsal köle ve yaşam hizmetçisi yapar.

(Yazarı bilinmiyor)

24 Eylül 2009 Perşembe

Irlanda DS Kongresi 3




HAYAT SEÇENEKLERİ

Bu aralar okuduğum kitaplar (DS ile ilgili olanları) zihinsel engelli gençlerin (veya hangi yaşta olursa olsun insanların) nasıl bağımsızlık kazanabileceği ve kendi hayatını kontrol altına alabilme becerisini kazanabileceği ile ilgili. Bu konuda İrlanda 10. Dünya DS Kongresi'nde bir konuşma da vardı. Konuşmanın başlığı Hayat Seçenekleri. Sadece iki cümle not almışım. Konuşmacı May Gannon demiş ki, "Korkularımızdan vazgeçmeli ve çocuklarımızın bağımsızlığı deneyimlemesine izin vermeliyiz."

Kişisel gözlemlerim ve Gannon da dahil diğer kaynaklardan edindiğim izlenim şu ki aileler sürekli koruyucu konumda kalıyorlar ve ilerleyen yıllarda bile kendi korkuları yüzünden çocuklarına özgürlük tanımakta zorluk çekebiliyorlar. Tüm anne-babaların ortak korkusu olan benden sonra ne olacak sorusunun cevabı aslında, çocuklarımıza gereken özgürlüğü biz hayattayken vermekte gizli. Özgürlüğü tanıma, tanımlama ve kullanmayı öğrenme süreci anne-baba ile beraber, büyüme çağlarında yaşanması gerekli bir süreç. Bu süreç taa bebekliğe, belki de ilk adımlarını attığı, ilk çekmeceleri karıştırmaya başladığı, parka ilk gittiği ve diğer çocuklara doğru yaklaştığı ilk anlara kadar uzanıyor. Tıpkı diğer çocuklarda olduğu gibi. Ancak böylece yavaş yavaş büyüme ve kontrollü deneyimleme şansına sahip olacaklar. Aslında her anne-babanın çocukları büyürken yaşadığı bir süreç bu. Koruma çemberini yavaş yavaş büyüterek, çocuğa, kendisine zarar vermeyecek ama hata yapmayı ve yeniden ayağa kalkmayı öğretecek ufak deneyimler yaşamasına izin verecek imkanı tanımak ve nihayet bir gün hayatının kontrolünü kendisine bırakmak.

Ama bizler, zihinsel engelli çocuk aileleri, evlatlarımızı zarardan korumak arzusuyla onları bir nevi bir koruma çemberinde tutmaya devam ediyoruz. Onlara bir zarar gelmemesinin yolu olarak onları sürekli koruma altında tutmayı tercih edebiliyoruz. Ama bu koruma çemberinin iki önemli riski var. Birincisi, onların hayattaki deneyimlerini minimalize ediyor. Yani belli sınırlar içerisinde aynı şeyleri yaşamaya mahkum olabiliyorlar yani koruma çemberi bir an geliyor onların hapishanesi olma riskini de beraber taşıyor. Hiçbir zaman kendi kaderleri hakkında söz sahibi olamıyorlar, tercihleri, seçenekleri olamıyor ve kararlar hep başkaları tarafından onların adına veriliyor. Bu, onların kendi kaderleri ve mutlulukları hakkında söz sahibi olamadıkları bir hayat yaşamaları anlamına geliyor.

Kimden 2009-08 Irlanda


İkinci ve belki de daha önemlisi de kendini koruyamayan, emniyeti için her zaman etrafındaki insanların iyiniyetine inanılmak zorunda kalınan bir ortam yaratıyor. Kendini korumayı ailesinin gözetiminde ufak hatalar yaparak öğrenmemiş olan çocuklar, gençler, insanlar, tamamen etraflarındaki "diğerleri"nin insafına bağlı olarak yaşamaya başlıyorlar. Ve sonuçta aslında hiç istemediğimiz ve olmasından en korktuğumuz senaryo gerçekleşiyor; kendini korumaktan, savunmaktan aciz bir zihinsel engelli yetişkin. Ve malesef ki eğitim ve programlarla bu eksiklik giderileceğine, koruma çemberi daha da sıkılaştırılıyor ve sarmal, kısır döngü tamamlanıyor.

Oysa istatistikler göstermiş ki taciz çok ağırlıklı bir şekilde tanıdık insanlardan, yani tam da o koruma çemberinin içindeki insanlardan kaynaklanıyor.

Bu da bizi yukarıdaki cümleye geri getiriyor; "Korkularımızdan vazgeçmeli ve çocuklarımızın bağımsızlığı deneyimlemesine izin vermeliyiz."



14 Eylül 2009 Pazartesi

Delikanlilarim

Bu sabah iki delikanlı çıktı bu evden okula doğru.

Robert Cem liseye başladı, evet, liseli gençlik artık benim oğlum. Şaka değil, gerçek bir delikanlı, sakal traşını oldu da çıktı :))

Daniel Emre'm ise kocaman bir 5. sınıf öğrencisi delikanlı. Kocaman diyorum çünkü artık o da çocukluktan çıkıyor yavaş yavaş. Defterlerini taşıyışı, kıyafetine gösterdiği özen, çantasının "cool" oluşu (yani olmak zorunda oluşu) derken, bütün bunlar hayat döngüsünün hızını hatırlatıyor bana.

Zaman geçiyor, çocuklar büyüyor, zaman geçiyor, bizler büyüyoruz. Her geçen yıl anne-çocuk ilişkisinin içine bir damla daha arkadaşlık, bir damla daha dostluk katılıyor. Paylaşıyoruz hayatı, kitapları, filmleri, insanları, sevgimizi, umutlarımızı, yani kısaca kendimizi

Çok şanslıyım ben, çok...

29 Ağustos 2009 Cumartesi

Haritani Yureginde Sakla



Haritanı Yureginde Sakla (Halil Cibran 1883-1931)


Dostum, güneşe bak, toprağa bak, suya bak, buluta bak; fakat, arkana bakma....

kimin geldiği önemli değil, kimin gelmediği de...

unutma, yolcu değişir, yol değişir, ama menzil değişmez.

yolcuya bakıp, yolunu tanıma.

yola bak, yolcuyu tanı, yolcu hakkındaki kıymet hükmünü ona göre ver.

vahim olan, yolun yolcusuz olması değil;

asıl vahim olan yolcunun yolsuz olmasıdır;

yolsuz, hedefsiz, amaçsız, şaşkın, hercai ve seyyal.....

"en doğru yol: en dikensiz yoldur" diyenler seni aldatıyorlar.

onlar, karanlık evlerinde kaybettiklerini sokak lambasının altında arayan şaşkınlardır.

aldırma....

ayağına batan dikenler, aradığın gülün habercisidir.

dikenine katlanmaktan söz edenler, aşıkmış gibi davrananlardır.

gerçek aşık olanlarsa, dikenini de sever.

dostum, yollar yürümek içindir.

fakat, şu gerçeği de hiç unutma:

yürümekle varılmaz, lakin varanlar yürüyenlerdir.

yol boyunca; yola çıkıp da yürümeyenleri,

yola oturup, gelen-geçenin ayağına çelme takanları,

yoldan metafizik uyuşturucularla keyif çatanları,

tel örgülerle çevirdiği yolu kendisine zindan edip volta atanları,

maratona 100 metre koşucusu gibi hızlı gidip, 50. metrede yola yatanları,

yürüyüşün uzun ve yolun zahmetli olduğunu görünce, yolculuk üzerine zor atanları,

yürümeyi bırakıp, yol-yolcu ve menzil üzerine kalem oynatanları,

ayağına batan tek bir dikenin faturasını çıkarıp, ömür boyu tafra satanları,

beyaz atlı kurtarıcıyı gözlemek için ufka bakıp bakıp dağıtanları,

yanlış kılavuzlara kızıp yolu satanları göreceksin.

aldırma, yürü.

göğsüne yüreğinden başka muska takma.

vahiy haritan,

nebi kılavuzun,

akıl pusulan,

iman sermayen,

amel azığın,

sevgi yakıtın,

ahlâk karakterin,

edep aksesuarın,

merhamet sıfatın,

şeref ve izzet adın olsun.


doğru yol:

insanların çoğunun gittiği yol değildir, düşünen öz akıl sahiplerinin yoludur.

yolda vereceğin her molayı öz eleştiri durağında vermelisin.

unutma, tevbe özeleştiridir.

her molada yolda olup olmadığını, yürümen gereken menzil istikametinde yürüyüp yürümediğini kontrol etmen, pişman olmaman için elzemdir.

yön tayini sık sık gerekli olabilir.

"haritayı saklayabileceğin en güvenilir yerin yüreğindir."

Halil Cibran

27 Ağustos 2009 Perşembe

Zeynep Mutlu Kemer Koleji

Vakıf Başkanı Prof.Dr.Serdar Mutlu'ya gönderdiğim mesaj:


Sn.Serdar Mutlu,

Ben bir veliniz değilim, iki çocuğum başka bir özel okulda okuyorlar. Ancak okulunuza yapılan bu İNANILMAZ haksızlık sonrası, artık bu kurumu da okulum olarak hissediyorum, o nedenle okulunuz artık benim de okulumdur.

İstanbul’da bu kadar kaçak bina, kuran kursu, vb. varken, her köşede ıvır zıvır binalara “bir şekilde” izin çıkarken, binalardan geçtim, koskoca mahalleler kaçak yaşarken, okulumuza, bir okula bu muamelenin reva görülmesinin ardında ard niyetten başka bir sebep göremiyorum. Ve daha derin analiz edildiğinde, düşünen, sorgulayan, biat etmeyen, çağdaş bir nesil yetiştirme çabalarına yapılan bir saldırı olduğuna inanıyorum. Belediyenin itiraz yollarını tıkamak için ince ince planladığı bu eyleme devletimin kaymakamının verdiği desteği, kendi elleriyle verdiği ruhsat hiçe sayılan yani aslında kendi otoritesi aşağılanan Milli Eğitim Bakanlığı’nın tepkisizliğini üzüntüyle izliyorum. Bireylerin katkıları ne kadar kısıtlı olsa da, toplumda en temel, en masum ve hatta en haklı oldukları konuda bile tepki veren insanları ürküterek beslenen korku tacirleri bulunsa da, hatta belki, işte tam da bu sebepten, sessiz kalamıyorum, kalmıyorum.

Öğrencilerimizin en kısa zamanda yeni eğitim yuvalarına kavuşmalarını diliyorum. Çağdaş eğitim yolunda yeni başarılarınızı alkışlayacağımız günlerin ışığında sizlere güç, inanç ve sebat dilerim.

Saygılarımla

Gün Osborn

25 Ağustos 2009 Salı

İrlanda 10. Dünya DS Kongresi (2)

10. Dünya Down Sendromu Kongresi başladığında dünyanın dört bir yanından gelen insanlarla tanıştık. Genç, yaşlı, bebek, henüz doğmamış, beyaz, uzak doğulu, zenci, hintli... her yaştan, her ırktan ve 5 kıtadan yüzlerce DS'lu insan ve aileleri, sevenleri, bilimsel uzmanlar, eğitimciler ve araştırmacılar ile beraberdik.



Türkiye'den 15 yaşında bir delikanlı, Japonya'dan bir bebek ve Güney Afrika'dan 30'lu
yaşlarında bir yetişkin. Kongrenin son gecesi kutlama yemeği ve dans dolu bir gecenin
arkasından otele dönerken...

Bu tür toplantılarda tüm derinliği ile aidiyet duygusunu yaşamak mümkün oluyor. Birbirini anlayan, hayatında engelli bir insanla yaşamanın ne demek olduğunu bilen, farklılığınızı yargılamayan ve sizinle aynı dili konuşan insanlarla beraber olmak size ve çocuğunuza güç katıyor.

Bizler sunumları izlerken gençler de ayrı bir program ile eğlenceli günler yaşadılar.

Onlarca konuşmacı sunumlar yaptılar. Kongrenin ana teması "Hayat Boyu Öğrenme" üzerine kuruluydu. Herkes kendi ilgi alanına göre konuları seçti ve izledi. Elbette ki çakıştığı için kaçırdığım ve keşke izleyebilseydim dediğim sunumlar da vardı, izlediğim için çok mutlu olduğum da vardı, pek beğenmediğim sunumlar da vardı. Ancak genel olarak bakıldığında önemli olduğunu düşündüğüm bazı konuların özetlerini paylaşacağım.
Robert, Joe and Dave
Aşağıdaki yazılar ana fikrini konuşmacılardan almıştır ama cümleler anladığımı ilettiğim benim cümlelerim, yorumlarımı da (bolca) içeriyor. O nedenle herhangi bir tutarsızlık varsa sorumluluk benimdir :)

ÖZBENLİK

Bu yazının kaynağı Dave Hingsburger. Bahsettiği iki önemli prensip var. Dave 30 küsur yıldır engelli insanlarla çalışan bir uzman ve çalışmaları özsaygı, cinsellik ve topluma entegrasyon üzerinde yoğunlaşmış. Konuşmasında özbenlik ve özsaygıdan bahsetti ve bunların eksikliğinin yaratacağı sorunlardan bahsetti.
Özbenlikten kastedilen kişinin kendini nasıl gördüğü ve diğer insanlar arasında nasıl konumlandırdığı. Her insan kendi hakkında bir fikir sahibidir. Engelli insanların kendisine, özbenliğine verdikleri değerin düşük olduğu gözlenmiş. Dave engelli insanların çok açık ve net bir şekilde öğrenmesi gereken iki önemli prensipten bahsetti:

1) Kim olduğunla gurur duy!
2) Sana zarar verenler hatalı ve yanlış.

Her insan kendisi gibi olanlarla beraber olma ve aidiyet duyma ihtiyacı içindedir. Toplumsal entegrasyon, kaynaştırma demek engelli insanların engeli yokmuş gibi davranılması demek değildir. Engelli olmak demek aslında bir azınlığa mensup olmak demek. Geçmişten günümüze baktığımızda cinsiyet ayrımı, renk ayırımı, ırk ayırımı gibi çeşitli ayırımcılık politikalarının teker teker yok olduğunu görüyoruz. Toplumun politika yapıcıları tarafından tarafından pozitif destek uygulanıyor. Halen ayırımcılığa maruz kalan ve bu statüleri tanınmayan son grup engelliler. Ayırımcılık normal görülüyor, adaptasyon ihtiyaçları yük addediliyor, sevmek, sevilmek, aşık olmak, evlenmek gibi en insani ihtiyaçları bile tanınmıyor, bastırılıyor.

Çocuklarınıza Down sendromlu olduklarını mümkün olan en küçük yaştan itibaren söyleyin ve onlara kim olduklarıyla, engelleriyle gurur duymasını öğretin. Bunun en uygun yaşı size neden farklı olduğuna dair sorular sormaya başladığı veya ifade edemiyorsa, farklı olduğunu hissettiğini gördüğünüz yaştır. Anlayabileceği kelimelerle ama doğru terimleri kullanarak ve pozitif bir ifade ile anlatın. Üzüntünüzü, keşkelerini yansıtmayın.

Özbenliğiyle, kendisiyle, kimliğiyle gurur duymayı öğrenmesi aynı zamanda rol modelleriyle ilişkilerine de bağlıdır. Çocuğunuz bir yönüyle sizin çocuğunuz, ama bir yönüyle de dahil olduğu engelli toplumunun çocuğu. Ve bu topluma siz dahil değilsiniz. Onun farklı anne-babaları, ebeveynleri var. Çocuğunuza bu ebeveynlerin rol model olması, aidiyetin güzelliğini göstermesi gerekiyor. Bunu siz yapamazsınız. Ancak onun kendi toplumundan kişiler yapabilir. Onlara engelini anlatın ve hayatlarının bir yönünde ait olabilecekleri bir grubun içinde olmalarını sağlayın.

Özbenlik, özdeğer ve özsaygı. Tacize karşı üç büyük kalkan. Çocuklarımıza özbenliklerini sevmeyi, kendilerine değer vermeyi ve kendilerine saygı duymayı öğretebilirsek.

Cinsel, fiziksel veya duygusal tacize uğramış zihinsel engelli insanlarla yapılan araştırmalar göstermiş ki tacize uğrayanlar kendilerini taciz edenleri haklı, kendilerini haksız görüyorlar. Kendilerinin sebep olduğunu, aslında o kişinin istemeden yaptığını, aslında önemli olmadığını… söylüyorlar.

Çocuklarınızın, kendilerine zarar veren insanların hatalı, yaptıklarının yanlış ve kötü olduğunu fark etmelerini sağlayın. Bahçede alay eden, okulda vuran veya istemediği halde dokunan insanların hatalı olduğunu bilsinler. Bu kötü hareketler çocuklarınızın kabahati değil ve bunlar önemsiz de değil. Onlara zarar verilmesi, onları üzecek, acıtacak sözler veya eylemler önemlidir. Çünkü onlar önemlidir. Çocuklarınızın bunu yüreklerinde hissetmesini sağlayın.

İrlanda 10.Dünya DS Kongresi (1)


Geçen hafta Robert ve ben, İrlanda'da 10. Dünya Down Sendromu Kongresi'ndeydik. Çok yoğun ama bir o kadar da güzel bir gezi oldu.

Konferans öncesinde oğlumla 3 gün Dublin'i gezdik. Çok yürüdük, çok eğlendik ve çok yedik! Robert ilk kez Guiness tattı :) eh, haliyle pek beğenmedi.

Dublin küçük bir şehir, Robert ile beraber 3 günde yürüyerek neredeyse her yerini gezdik. 1500'lü yıllarda kurulmuş saygın üniversite Trinity College ve içindeki Long Room ve Book of Kelt etkileyiciydi. Trinity College içinde zihinsel engelli kişilere yönelik 2 yıllık bir "üniversite" eğitimi programı var. Aşağıda daha detaylı anlatacağım. Benzeri programları yakında ülkemizde de görmeyi diledik tabii.

Şık alışveriş caddesi Grafton Street, büyük katedraller, yemyeşil parklar, Molly Malone heykeli, müzeler... Hepsinden büyük keyif aldık. Dublin Kalesinin içindeki Chester Beattie Kitaplığı inanılmaz etkileyici. İçinde çok meşhur Türk eserleri de var. Siyer-i Nebi koleksiyonu ve yeşim tabletler üzerine yazılmış Çin orijinli koleksiyon da dahil olmak üzere müthiş eserler var. Yolunuz Dublin'e düşerse kaçırmayın derim.

Temple Bar bölgesinde gezdik, uzun uzun bir sokak rock konseri izledik. Meşhur Boxty yemeğinden yedik, akabinden gelen büyük çikolatalı tatlı Robert'ı pek memnun etti.



Riverdance gösterisini izledik. Dansçıların zerafetini ve senkronize adımlarını hayranlıkla izledik. Sonra otele dönerken yolda kendi kendimize İrlanda dansı yapmaya çalışıp, çok güldük. Dublin'in Viking mirasını eğlenceli bir şekilde anlatan Viking Splash Tour ile, önce otobüs sonra da gemi olan amfibian bir araçla güzel ve eğlenceli bir şehir turu yaptık. Korkunç Vikingler olarak, arada kaldırımda yürüyen zavallı turistleri korkutmayı da ihmal etmedik tabii...

21 Temmuz 2009 Salı

Manolya agacim


Biraz geç kaldım bu resimleri yüklemekte ama bahçemdeki manolya ağacım bu sene muhteşem güzellikte çiçek açmaya devam ediyor. Hala da ağacın üstü çiçek dolu.

Manolya ağacına ve çiçeklerine bayılırım, çok zarif bulurum. Manolya her zaman açmaz, çiçekleri de çok narindir, dokunursanız veya üstüne bir damla bile su değse küser hemen, solar gider. Nazlıdır yani. Ama ah o kokusu, o kokusu bitirir beni. Yanından geçerken bile incecikten dokunur yüreğinize.

Manolya ağacını Robert oğluma çok benzetirim ben nedense. Emek ister, güç açar, fazla zorlamaya gelmez, özen ister. Ama bir açtı mı da güzelliğine, seyretmeye, kokusuna doyum olmaz. Yumuşacık, ipek gibi dökülür bütün güzelliğiyle. Sakınmadan salar bütün gücüyle rayihasını. Kocaman açar yüreğini.



14 Temmuz 2009 Salı

12 Haziran 2009 Cuma

Toren

Mezuniyet törenimiz yarın, haftaya da balosu var. Okulda tören provoları, terzide takım elbise provaları, bir provadır gidiyor yani :)

İngiltere'den babaannemiz geldi, anneanne, dede, dayı ve bilumum akrabalar hazır, en iyi koltukları kapmak üzere törenden bir saat önce salon kapısında konuşlanmak üzere planlar yapıldı. Bugün fotoğraf makinaları şarjda, video kameraya yeni kaset takıldı, kuaförden randevu alındı, oğlumuzun janti rugan ayakkabıları hazır, gömlekleri seçildi, R ve C yazan kol düğmeleri, törende giyeceği beyaz gömleğiyle baloda giyeceği gülkurusu gömleğine uygun kravatı kutusunda, herkesin kıyafetleri askıda...

Bir heyecan halindeyiz ki anlatamam. Ama merak ettiğim tek bir şey var. Ben bu çocuğu evlendirirken ne halde olacağım acaba?

10 Haziran 2009 Çarşamba

Mezun oluyorum anne!

Robert birkaç hafta önce koşarak eve geldi ve “Mezun oluyorum anne!” diye bağırdı. Okulda mezuniyet töreninden bahsetmişler.

Robert Cem mezun oluyor.

13 Haziran 2009'da. Robert Cem. Mezun oluyor ve diploma alıyor.

Bunun anlamını kavrayabilir misiniz? Yıllar ama yıllar süren çabayı, emeği, umutları, ter ve gözyaşını, küçük başarıların getirdiği büyük mutlulukları, sky is the limit diyerek, ufak hedeflerle başlayıp, her bir başarıda yüreklenip, biraz daha, biraz daha yükseltilen çıtayı. Bıkmadan, sıkılmadan, yorulmadan, bıkıp, sıkılıp, yorulup ama gene de inatla, inançla devam edilen bir yolculuğu. Anlayabilir misiniz bütün bunları? Dürüst bir cevap vereyim. Pek sanmıyorum. Ama hayal edebilirsiniz belki.

Sevinç, gurur, biraz hüzün... hepsini bir arada yaşıyorum. Ama en öne çıkan, onunla duyduğum gurur. O diplomanın arkasındaki her notta disiplini, emeği, saatlerce çalışmaları var.

Robert Cem mezun oluyor.

Birkaç gün sonra okullar kapanacak ve bizim için de bir dönem kapanacak. Ve Robert artık bir lise öğrencisi olacak. Hayatımızın en güzel koşturmalarından birini yaşıyoruz şimdilerde. Yeni giysiler, tören provaları ve hazırlıklar içinde bir heyecan hali. E, kolay değil tabii, Robert Cem mezun oluyor.



14 Şubat 2009 Cumartesi

The Forbidden Fruit

This post and the one below are written as part of a series of posts from Chewing The Fat followers on subject of sexuality. Go ahead and read and then read some more from here.

Most living creatures enjoy sex (some choose not to, but as long as it is their choice, one can only respect that). But the vast majority do. Some fluff their feathers to get it, some talk to get it, some pay to get it, some get married to get it and some get divorced to get it. Hell, there is even a huge industry helping the unimaginative to get it. The media feasts with it, it is the basic talk among teenagers, girl gossips or men comparing scores with each other. There is one but one group of people who are exempt from it; the disabled community. It doesn't matter if they are mentally or physically disabled, it is just assumed that they have no interest or any need for it. Majority of the parents and the carers cannot even tolerate the disabled masturbate let alone having sex with someone. I cannot even begin to think about what it would be to be a gay disabled person.

What a pity that even such a basic need necessiates advocates, education and taught respect. I wonder when will the society get it.

Power of Love

I remember the day like yesterday. The day my older son Robert Cem felt the power of love in his hearth. He was 12 at that time. It had started a couple of months before, with mentioning her name casually at home. Then it became clear that this beautiful blond girl from a year above was someone special for him. We bought presents for her from our holiday. He kept a diary with her name in it. Each time I read this diary I cannot help but think of scenes from Moulin Rouge film and hear the songs “Love is a many splendid thing”, “All we need is love”… Love indeed is a spelendid thing.

That day, the day he understood the power of love, his teacher found him laying on his back and crying on a bench at recess. Concerned, she asked what was the matter. Touching his hearth, Robert Cem said, “My hearth hurts, it hurts so much that it makes me cry. Because I love her, I want to see her, I need to see her, but, she is not here.”

I have never heard a more sincere and elaborate description of love to this day. It made my hearth hurt. And I cried, too.

You know what? I cried tears of joy. Because my son has found love. Because my son has so many nice words to explain all the feelings he has. And because I realised that day that my son will one day find the girl who will love him back and he will be loved.

Then I thought of all other boys and girls, men and women with disabilities who are denied the most basic, the most important, the most human need of love. Even at this age and day, they are not allowed to love and be loved in return. They are not allowed to be sexual beings. Because they are different. Just because they are different...

Enjoy this beautiful, sensual and sexual short film. I can see my son there. And many more like him.

The Kiss by Pascale Duanne and Michele Maes








___________________________________________________________________

Aşkın Gücü

Sanki dün gibi hatırlıyorum o günü… Robert Cem’in aşkın gücünü kalbinde hissettiği günü. O zaman 12 yaşındaydı. Herşey birkaç ay önce, evde onun adını kısaca bahsetmesiyle başlamıştı. Yavaş yavaş, bir üst sınıfa giden bu güzel, sarışın kızın Robert için çok özel olduğunu anladık. Tatilimizde ona da hediyeler aldı. Yazı defterinde adına sıkça rastlamaya başladım. Yazı defterini her okuyuşumda elimde olmadan aklıma Moulin Rouge filminden sahneler ve “Love is a many splendid thing”, “All we need is love” şarkıları geliyor… Aşk gerçekten de çok muhteşem bir şey.

O gün, aşkın gücünü kalbinde hissettiği gün, öğretmeni onu teneffüste bir banka sırtüstü uzanmış, ağlarken görmüş. Merak ederek yanına gidip ne olduğunu sorduğunda Cem demiş ki: “Kalbim acıyor, o kadar acıyor ki beni ağlatıyor. Çünkü onu seviyorum, onu görmek istiyorum, onu görmeye ihtiyacım var, ama, o burada değil.”

Bu güne kadar aşkın daha içten ve özenli bir tanımını duymadım. Bunları duyduğumda benim kalbim de acıdı. Ve ben de ağladım.

Ama biliyor musunuz? Ben sevinçten ağladım. Çünkü oğlum aşkı buldu. Çünkü oğlum duygularını anlatacak pek çok güzel kelime buldu. Ve çünkü, o gün ben anladım ki, oğlum bir gün seveceği ve onu sevecek bir kızı da bulacak.

Sonra, en insani, en önemli, en temel ihtiyaçları olan sevme hakkından mahrum bırakılan diğer bütün engelli genç kız ve delikanlıları, kadın ve erkekleri düşündüm. Bu çağda bile sevmelerine ve sevilmelerine izin verilmeyenler insanları. Cinselliklerini yaşamalarına izin verilmeyen insanları. Farklı oldukları için. Sadece farklı oldukları için…

Bu güzel, seksüel ve tensel kısa filmi izleyin. Ben orada oğlumu görüyorum. Ve onun gibi pek çok delikanlıyı.

Öpücük (Oyn: Pascale Duanne ve Michele Maes) veya Youtube






16 Ocak 2009 Cuma

Kaynastirma Egitiminde Montessori

Okul Öncesi Dönem Montessori Yöntemi ile Kaynaştırma Uygulamaları,
Öğretmen El Kitabı
Emel Çakıroğlu Wilbrandt


Montessori yöntemi, her çocuğun kendi içinde değerlendirilmesi, kendi bireysel gelişimini takip etmesi ve öğrenmenin somut materyallerle gerçeklemesi prensibine dayanan bir yöntemdir. 20.yy'ın başlarında Dr.Maria Montessori tarafından, özellikle engelli ve zor koşullardan gelen çocuklar için geliştirilmiş, ancak yöntemin öğrenmeye olağanüstü katkısı görüldüğünde tüm çocuklar için uygulanmaya başlanmış, günümüzde de hala gücünü ve etkisini koruyan bir yöntem.

Gerçekten de döneminde devrim yaratmış bir yöntem. Maria Montessori de devrim yaratmış bir kadın, İtalya'nın ilk kadın doktoru, pedagog ve antropoloji profosörü, çalışmalarıyla dünyayı değiştirmiş bir kadın. Vaktiniz olursa biraz okuyun hakkında, tanımaya değer bir insan.

Yıllar içerisinde bu yöntemin çeşitli unsurları tüm okullar tarafından kullanılmaya başlandı. Kitabın içindeki uygulamalardan bazıları çok yaygın olarak kullanılıyor. Ama bu yöntem kendi içinde tutarlılıkla kullanılırsa çok faydası olabilecek daha pek çok değişik aktiviteyi içeriyor.


Kitap 336 sayfa, 120 sayfasında yöntemin temelleri ve nasıl uygulanacağı anlatılıyor, geri kalan sayfalarda fotoğraflarıyla tek tek uygulamalar açıklanmış.



Dünyada tamamen bu yöntemle eğitim veren ilköğretim okulları var. Ülkemizde de okul öncesi dönemde bu tarz okullar var. Robert Cem 1997-1999 yıllarında, 3-5 yaşları arasında böyle bir anaokuluna, Çağdaş Anaokulu'na devam etti. Bu okulu benim de yönetim kurulunda bulunduğum Binbirçiçek Vakfı, ortaklaşa Gürson Vakfı ile beraber kurdu ve işletti. İlk elden bu yöntemin faydalarını yaşadım. O güzel ortamda, çok farklı yetenek ve kapasitelerde çocuklar (zihinsel engelli, üstün zekalı, işitme engelli...) hep bir arada, hepsi kendi hızlarında ve kendi konumlarında öğrendiler, arkadaş oldular ve geliştiler.

Bu kitap o vakıfta beraber çalıştığımız ve okulun yöneticisi olan Emel Hn tarafından yazıldı. Bazı sayfalarının fotoğraflarını bloguma koydum.




Kitabı edinmek için başvuru adresi:



Okul öncesi dönemde kaynaştırma eğitimi yapan anaokullarının, anaokulu öğretmenlerinin ve ailelerin faydalanacağı bir kitap. Emeği geçen herkesin eline sağlık.









14 Ocak 2009 Çarşamba

Babamla Dans

13 Ocak 2009 akşamı, oğlum Tomurcuk Istisnalar Müstesnalar Dans ve Ritim Grubu'ndan arkadaşları ile beraber Suat Sungur'un Babamla Dans adlı tiyatro oyununun galasına konuk olarak katıldı. Oyunun sonunda bizimkiler sahneye çıktılar ve ritim tutan annelerinin müziğinde dans ettiler.

Babamla Dans, otistik bir çocuğun babasıyla olan ilişkisini konu alan tek kişilik bir oyun. Tavsiye ederim. Duygu sömürüsü yapılmaya çok müsait bir konuyu, abartısız, karikatürize etmeden ama gerçeği tüm çıplaklığıyla veren ve insanın içinde, derinlerde bir yerlere dokunan bir oyun. Tabii finalinde bizimkiler olmayınca bu çoşkuyu göremeyeceksiniz ama... gidin, pişman olmazsınız.